top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Hoşçakal

İnsanın yaşamak gayesi onu yaşamaktan daha çok yoruyordu. Yaşamak için yapması gerekenlerin listesi öyle uzundu ki, her sabah bir borç ödüyordu yaradana.

Rüya Akkuş


Bu altıncıydı. Üşenmedi saydı. Bir elin parmaklarını çoktan geçmişti kayıpları. Acıları tur atıyordu ada etrafında. Onun yaşında “yaşlı” olmak iyi bir şeydi. Tahminen bir sonraki sefer, onun için geleceklerdi. Bunu bilmek çekilecek acının süresini kısaltacağından, memnun hissetti kendini.


Tek memesi kalmış, safra kesesi alınmış yarım asırlık karısı bu evin demir kapısından çıkan ilk cenaze değildi. Altmış yıllık duvarlar, her son yolculuğun ilk durağıydı.


Memlekette bir baba, evinde bir ana, üst katında bir evlat, yan odada ise bir eş kaybetmişti. İki kardeşinin bahsini hiç açmayacaktı, dargın gitmişlerdi hem de yarım dönüm çorak bir arazi için.


Eskiden vasiyet yoktu. Babası bir yer sofrasında diz kırıp “ben öldükten sonra burası sizlere emanet” demişti. Dediği de tek katlı, iki odalı, çatısı delik bir ev, evin önünde hiçbir fideye can vermeyen toprak parçasıydı. Daha dün gibi hatırlıyordu kupkuru ekmeğini şehriyesi az suyu bol çorbaya banışını, ağzını şapırdata şapırtada “vermeyeceksiniz kimseye, küsmeyeceksiniz de birbirinize” diye tembihleyişini. “aman baba o nasıl söz” diyebilirlerdi ama varmamıştı dilleri. Otuz yıllık bir suskunluktu onunki. Önce babasına diyemedi diyeceğini, sonra da ortancasına. Ortancanın küçüğü giderken yetişecek gibi olmuştu ama bekletmemişlerdi öğlene müteakip kıldırmışlardı namazını. İçinden söyledi o da “gördün mü işte, toprak parçasını”…


Doğruldu yatağından. Kalktı ayağa bir eli dizinde diğeri belinde. İnsanın yaşamak gayesi onu yaşamaktan daha çok yoruyordu. Yaşamak için yapması gerekenlerin listesi öyle uzundu ki, her sabah bir borç ödüyordu yaradana. Katlanacak pijamalar, yıkanacak bir yüz, fırçalanacak üç gerçek diş, taranacak beş tel saç. Keşke bununla kalsaydı. İçilecek ilaçlar için yenilecek yemekleri olmalıydı. Soranlara "çorba yaptım kendime", "bugün koca bir tavuk haşladım, etlerini de dittim pilavıma kattım", "ekmeğim var, bayatlayanlardan sabaha yumurtalı ekmek yapacağım" diyordu. Gerçekte ise çayın altına su çekip, birkaç zeytin ve bir iki dilim kuru ekmek ile altlık yapıyordu tansiyon ilacına. Öğlene doğru içtiği bir bardak süt de kalp ilacının yareniydi. Akşama kim öle kim kala...


İyi ki alafrangaydı tuvalet. Vaktiyle emeklisini beş ay işçilere bağlamak çok zorlamıştı onları ama rahmetli gitmeden önce rahat etmişti. "Dizlerim" diye diye çömen kadın gitmiş, "oh oh" diyen kadın gelmişti. Şimdi kendi de her tuvalete gidişinde "iyi yaptın Sabri" diyordu kendine. Nazan'ın da yüzü gülmüştü böylece.


Hayret gerçekten, hep bir düşünce zuhur ederdi tuvaletteyken içine; ayıplı ölmek vardı bir de efendi gibi yatağında gitmek. Tuvalette ölmek, ayıplısıydı bu işin. Şurada ölse, tam kalkarken donunu bile toplayamadan kaysa ayağı mesela düşse ve vursa başını fayansa, üç saniye gözleri tavana dalsa, sonra yavaş yavaş kapansa göz kapakları, bir balon gibi sönüverse ciğerleri, ani gitti adamcağız derler miydi? Hiç mi görmezlerdi anadan üryan sere serpe adamcağızı? Komşunun kızı Melahat bulsa ilk, kötü olurdu. Belki beyine seslenirdi de Ahmet kırardı kapıyı ama ya kırmazsa? Hay Allah insan 86 yaşında da aniden gider miydi? Güldü haline. Kimse gitmiyordu aniden. Hiçbir ölüm de erken değildi. Öyle olsaydı oğlunu kaybetmezdi. Üst katta oturanı.


Mesela o gün işten on dakika geç çıkmazdı, geç çıktığı için de otobüsü kaçıracağından korkup koşar adım durağa yetişmeye çalışmazdı. Karşıya geçerken bir dururdu sağına bakardı ; varsa araba, beklerdi geçmesini. Atlamazdı yolun ortasına, lacivert bir doğan gelip vurmazdı arkasından. Havalanmazdı ve düşmezdi beş metre öteye kolları kırık, kafası çatlak. Yaşardı, ölmezdi belediyenin mıcırlı yolunda. Görenler demişti, oracıkta vermiş son nefesini. Şimdi kaysa da şu fayansın üstünde, üç saniye sürse her şey. Ama sürmezdi. Hiçbir ölüm ani değildi. Oğlununki onun kaderine atılan kalın bir çizikti.


Giyindi memuriyet yıllarından kalma, boyuna çizgili lacivert takımını. Bağladı kravatını. Bir valizlik hakkı vardı. Altmış yılını yanında götüremezdi. Küçük kızı telefonda uzun uzun tembihledi “istemiyorlar baba öyle çok eşya, en lazım olanları al yanına. Bırak ne yapacaksın o eski çamaşırları, yok mu sanki burada. Hayır, hayır biz kaldırırız onları depoya, hiç taşıma öyle şeyleri."


“Yüksün” diyordu kızı. Daha nasıl nesindi? Valizi başkalarına, içindekiler ise ona yüktü. Hak vermiyor değildi. Bugün koyverse valizine üç fotoğraf, bir iğnelik, Nazan'dan kalma bir mendil, oğlundan kalan yakası kanlı bir tişört, üç gün sonra öldüğünde ne anlamı kalacaktı onca yol taşımasının. Neyine yetmiyordu bir gömlek, bir pantolon. Sanki gidebilecek miydi bir yere. Kapısından girdiği yer mezarı değil miydi bundan sonra? Vazgeçti. Çok şükür zehir gibiydi hala kafası. Çok gerekirse, hatırlardı bir bir anılarını.


“Senin için en iyisi bu baba, bu yaştan sonra yalnız kalamazsın, aklımız sende kalacağına, sen huzurevinde kal. Kalanlar nasıl kalıyor, hem yalnızlık da çekmezsin. Yaşıtlarınla dolu orası, ne dersen de yalnızlık zor bu yaştan sonra…” demişti hep telefondaki kızı. Bir kaç günde bir arar, yaşadığından emin olurdu. En son Nazan'ın yedisinde görmüştü, valla ne yalan söylesin bugün gelir diye umuyordu. Hatta ufaklıkların da geleceğinden öyle emindi ki, Enver'den çikolata sipariş etmiş, iki tane de temiz mendil çıkartıp içlerine yirmişer lira koymuştu. Gelmedi. Bir bilet göndermiş saat onda kalkacakmış Pendik treni. Gar'da bekleyecekmiş taksici Hüseyin, evde kimse olmayacakmış direkt Huzurevi'ne bırakacakmış araba onu. İyi günün geçmişi olmazmış, dönüşte bayramlaşırlarmış artık. Ne desin koskoca seksenaltı yaşındaki Sabri. "Peki kızım."


Hazırdı işte.


Tam çıkarken döndü baktı omzundan geriye. Tüm hayaletleri oradaydı. Yer sofrasındaki babasına başıyla selam verdi. İki kardeşine el salladı. Eşi mutfakta çorba karıştırıyordu, gülümsedi. Oğlu nasıl da güzeldi yarasız beresiz, göz kırptı babasına. Temizledi boğazını. Hayret etti ağzından çıkan sese. İnsan kendi sesine de böyle yabancılar mıydı?

"Güle güle" dedi. Hepinize.


Giydi, giyinmekten burnu aşınan topuğu eriyen ayakkabısını, bir eline aldı 1961 yılında Kayseri'den İstanbul'a göçerken yanlarında getirdikleri kuş gibi hafif, tahta valizini. Diğerinde de tuttu eşinin tam yedi pazar parasından arttırıp aldığı kısa ökçeli rugan ayakkabılarını.


Çıktı dışarı. Bir garibanın ayağına olur ümidiyle bıraktı kaldırımın üstüne.

Saatine baktı, sekizi elli geçiyordu.

İyi yetişirdi, daha çok vakti vardı.

bottom of page