top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Kilise

İlk duyduğumda “ama kelime değil bu! İki sesli harf bir kelime yapmaz! Mesela biz ‘aa!’ deriz ama ünlemdir, kelime değildir!” diyerek itiraz etmiştim ama sonra çok hoşuma gitti bu kelime gibi davranan iki harf.

Çiler İlhan

“Geri zekalı” dedim içimden. Bebek ağlıyordu, babasının kucağındaydı.“ Anneye versene. Bok mu var illa sen taşıyacaksın?”


Kadın papaz ilahisine devam ederken bembeyaz, uzun bir elbise giydirilmiş, daha saçları çıkmamış güzeller güzeli bebek kendisi için koparılan onca tantanaya haklı olarak isyan etmekle meşguldü. Bebekti, sıkılmıştı, annesine gitmek istiyordu. Upuzun, incecik, kısa saçlı, sapsarışın baba nihayet orta boylu, orta kilolu, sarı saçları omuzlarında anne ellerini bebeğe doğru uzatınca batan gemiden atlar gibi fırladı annesine güzelim bebek. Ve sustu tabii.


Ama bebeği usulünce vaftiz etmek gerekiyordu, iş daha bitmemişti. Kadın papaz, gözlüklüydü, 60’larına yakın olmalıydı, kutsal suya doğru yaklaştırınca bebeği, yaygara bir kez daha koptu. Kadın papaz, saçları neredeyse bembeyazdı, bembeyaz vaftiz cübbesi giymişti, ayağındaki siyah loafer’ler ona otoritesine ve yaşına rağmen lise öğrencisi havası veriyordu, tatlı bir kadına benziyordu, belli ki annelikten anlıyordu, kaşla göz arasında yine babanın kucağına geçmiş bebeğin, küfrü bastım içimden bitarafınakoduğumunpatriyarkisi, minnacık ellerini alıp suya doğru uzattı. Bebek, kanımca sekiz aylık yoktu, gözlerini büyülenmiş gibi suya dikerek yamuk elleriyle okunup üflenmiş bu sıvıya uzanmaya çalıştı. Baba, masmavi bir takım elbise giymişti papazın ne yapmak istediğini de anlamadı, “geri zekalı” dedim bir kez daha içimden. “Tam bir geri zekalısın sen.” Papaz fark etti ki iş başa düştü, konuşup şarkı söylerken bir yandan, bebeğin ellerini nazikçe, ama o kadar nazikçe aldı ki gözlerim yaşardı durup dururken, suya soktu. Bebek elleriyle suyun içinde cupcup yaparken kutsal sudan avuçlayıp o suyla bebeğin kafasının Budizm meraklılarının taç çakra dediği kısmını ıslattı, üç defa yaptı bunu. İngilizce karşılığı olsa fırlayıp “hayırlı olsun!” demek isterdim ama böyle güzel deyişlerin başka dillerde karşılığı yok. Sonra bebeğin ve papazın elleri hepten sudan çekildi, üç kişilik ekip geriledi, ekibin hemen arkasında genç bir kız duruyordu, eflatun, dizlerinin hemen altında biten bir elbise giyiyordu, baharlık bir şeydi, donmuyor mu bu havada diye geçirdim aklımdan, hatta ayaklarında da ağzı burnu açık ayakkabılar vardı, bence bebeğin annesinin kız kardeşiydi ama onun genç, ince, uzun ve daha güzel versiyonuydu, altın sarısı saçlarının ucu maşayla sanki azıcık içe kıvrılmıştı, gerçekten peri kızı gibiydi ve üstüne üstelik elinde upuzun beyaz bir mum tutuyordu, yanıyordu mum. İçimden ortaya fırlayıp bu kez de ona “maşallah!” deme arzusu geçti ama tam o sırada önümdeki iri yarı adam, sağ kolunda bir deniz kızı dövmesi vardı kocaman kendi gibi, çok çirkindi kendi gibi, ayağa kalkıp nuh nebiden kalma bir kamerayla o ana kadar uyuyormuş da yeni uyanmış gibi çekim yapmaya başladı. Salak dedim ona da, asıl olayı kaçırdın. Sanırım papazın yardımcısıydı, o da kadındı hatta piyanoyu çalan da kadındı çok hoşuma gitti buradaki kadınlar cumhuriyeti, onun tören başlamadan önce dağıttığı kitabı açtım çünkü yeni ilahiye başlanmıştı ve harıl harıl topluca söyleniyordu ama tabii neyi söylüyorlar bulamadım yine de aramadım değil. Sonra farkına vardım ki ondan değil yardımcının dağıttığı öbür kitaptan Psalmer i 2000 talet’ten bir şeyler söylüyorlar rast gele bir sayfa açtım notaların ve sözlerin tepesinde “Vad är Gud?” yazıyordu gerçek bir soru muydu bilmiyorum çünkü bazen soru işareti olsa da soru olmaz cümleler. Hemen bir fotoğrafını çekip story’ye koydum Insta’ya, “Ben de merak ediyorum doğrusu” diye ekleyerek çünkü sanırım tanrı nedir gibi bir anlama geliyordu.


O sırada telefonum titredi. Oturduğumdan beri erkek arkadaşımla mesajlaşıyorduk. “Rüyamda seni gördüm, dimdik kalktım” yazmıştı, benden oldukça gençti, ayrı kürelerde yaşıyorduk. Merak ettiğimden değil, daha önce dimdik halini onlarca defa görmüştüm ve görüntüsünü beğenmiyordum bile, sadece fikir bulunduğum ortam itibariyle müstehcen geldiğinden yollasana fotoğrafını demiştim. Telefon titreyince gelen mesaj beklediğim fotoğraf olsa gerek diye düşündüm. Anın tadını çıkarmak için tavana baktım, vitraylara baktım, etrafı köşe bucak bir güzel inceledim nerede bulunduğumu kendime bir kez daha hatırlatmak için hiç acele etmeden ve telefonu açtım. Ama onca hazırlık boşa gitti çünkü mesaj kocamdandı: “Bizim oğlanın takım paraladı karşı tarafı.” İyi halt etti dedim kendi kendime, yeni bir şey mi? Yıldız takım, her hafta herkesi yenip duruyorlar. Anın büyüsünü bozduğu için ona da küfrettim içimden, küfretmeye bayılıyordum, di’li geçmiş zaman değil bu aslında hâlâ bayılıyorum. Kocam benden 15 yaş büyüktü, artık sabah ereksiyonu yaşadığını sanmıyordum zaten penisini de sekiz yıldır görmemiştim nasıldı ne yapıyordu haberim yoktu. Efendiydi benim kocam sik diyemezdi kendi aletine, cerrahmış filan gibi penis derdi.


Yan tarafta siyah saçlı orta yaşlı bir adam oturuyordu, bakıp duruyordu bana fena da değildi aslına kalırsa ama ona da kızacağım tuttu, “mis gibi karın var yanında bak mavi gözlü fıstık gibi bir şey. 1.60’lık kara kuru bir Akdenizli’ye mi kaldın beyinsiz? Kaldı ki bitarafınakoduğumunsoğuğu yüzünden sarınmışım hiçbir yerim görünmüyor hadi çıplak olsam neyse” diye kaydım içimden. Bakın burası doğruydu, yatıp kalktığım herkes en güzel halimin çıplakken olduğunu söylüyordu, hem de sevişmeye başlamadan önce, hani sonra şehvetin kucağındayken söylenmiş bir laf değil bu. Bir gece önce de içtiğimiz barda gözlerini hayasızca bana dikmiş bir kadını fark etmiştim, hayasızları severim ve her iki ana cinse de hitap ederim ben, Koit bize Estonyaca “gece” nasıl denir onu çalıştırıyordu. Çok zordu söylemesi, iki adet “ö” ile yazılıp freni patlamış bisikletle yokuş aşağı iniyormuşsun gibi okunuyordu. İlk duyduğumda “ama kelime değil bu! İki sesli harf bir kelime yapmaz! Mesela biz ‘aa!’ deriz ama ünlemdir, kelime değildir!” diyerek itiraz etmiştim ama sonra çok hoşuma gitti bu kelime gibi davranan iki harf. İlerleyen saatlerde de gecenin Fincesini söylemişti ki onu böyle kusar gibi, geğirir gibi söyleyecektik, diye yazılıyordu. Bir akşam önce Leos Carax’in “Annette”ini seyretmiştik, Sophia sonuna kadar dayanamayıp yatmaya gitmişti. Romantik bir ortamda iki başımıza kalmıştık ama yeni evlenmişti Koit daha o taraklarda bezi yoktu, içimden ona da “iyi bok yedin” demiştim ama belli etmemiştim karısını seviyor gibi görünüyordu, Insta’ya ha bire karısıyla fotoğrafını koyanlardandı aslında o tiplere aşırı sinir olurdum ama Koit tatlıydı ve bence bende bayağı gözü vardı ama içimden “belki gelecek sefer yatarız, dur sen” dedim, hele düğünün üstünden üç-beş yıl geçsin de gör bakalım monogami ne malmış.


Film bitince odalarımızın bulunduğu binaya gitmek için sokağın karşısına geçtik, filmden önce anlatmıştı, yıldızlı hoş bir gecede bir adam bir kadına kur yaparken Fince gece demiş de kur yaptığı kız Fin değilmiş ve buna çok gülmüş romantizmden eser kalmamış, bozulmuş adam. Kafamı kaldırıp “biz de şimdi kusarcasına gece diyebiliriz çünkü çok güzel ve yıldız dolu” dedim. Bunun üstüne ikimiz birden gece, gece, gece deyip durduk ve çok güldük. Leos Carax’in filmini ben bulduğumdan Hollandaca alt yazılı seyretmiştik gece de oradan çıkmıştı altyazıda bir yerinde nacht na nacht na nacht diyordu, film yönetmenin iddiasına göre rock müzikali idi herkes ha bire şarkı söylüyordu konuşmak yerine ve Koit bu yazıyı yüksek sesle Estonca gibi okudu aşırı komik olmuştu gerçekten. Sophia’nın sağ kulağı iyi duymuyordu ha bire bana soruyordu ne dedi ne dedi diye, ben de ha bire yanlış şeyler söylüyordum çünkü alt yazılara bakmayıp sadece şarkıları dinliyordum ve zaten Hollandacam öyle mükemmel filan değildi daha bilmediğim sürü sepet kelime vardı okusam bile doğru çevireceğimin bir garantisi yoktu ama Koit her şeyi anlıyordu cin gibiydi. “İngilizcen bayağı iyi” dedim ki kendimce büyük iltifattı. Koit kocamandı iki metre vardı bence boyu, kollarındaki dövmelerde bir şeyler yazıyordu sormadım bunlar ne ya bunlar peki bu ne demek filan. Bir de minik kalp yaptırmış içine çiçeği burnunda karısının adını yazdırmış içimden “sildireceğin zaman görürüm ben seni çok acıyormuş dövme sildirmek” diye söylenmiştim.


Ertesi sabah da pazar ayinine gidesim tuttu adadaki en önemli kilise, katedraldi daha doğrusu aradaki farkı hiçbir zaman anlamadım sormadım da işte kocaman katedral odamın tam karşısında olunca her yarım saatte bir bayıldığım çanlar bana özel çalıyormuş gibi, heves yaptım. Odamdaki çalışma masasından deniz görünüyordu muhteşemdi. Güneş her gün ama her alllahın günü olağanüstü bir şekilde batıyordu bu adada, kocamandı ama adaydı basbayağı burası İsveç’in en büyük adası, izlerken güzelliğinden gözlerim yaşarıyordu. Mutfakta kahve içerken ortaya sordum benimle ayine gelecek olan var mı? Ewa yeşil gözlerini devirip “yok ben almayayım, Katolik kilisesi yeteri kadar anamızı ağlattı kaç yıldır” dedi hak da verdim üstüne üstelik lezbiyendi Ewa ve onun hükümeti de en az Türk hükümeti kadar gıcıktı lezbiyenlere. Koit Ewa’ya bakıp anlayışla başını salladı halbuki onun babası papazdı ama anlattığına göre oldukça esnek bir inanç sistemleri vardı esneği tanımla demek geldi içimden bir an ama sonra üşendim canım din iman safsatası duymak istemiyordu. Toplam yedi yazardık ve hepimiz ergen gibi besleniyorduk kimse ama hiçbirimiz yemek yapmayı sevmiyorduk. Ya kahvaltıyı atlıyor ya ara öğünlerde muz filan yiyor ya da pizza ısmarlıyorduk. Ara sıra hazır yeşilliklerle pirinçli salata yaptığımız da oluyordu, hepimiz bol bol yumurta yiyorduk rafadanı kayısısı katısı tavası her çeşidi çünkü hem tok tutuyordu hem kafamızı çalıştırıyordu proteindi nihayetinde. Adadaki Yazarlar Köşkü’ne yedinci romanımı bitirmek için gelmiştim yedi yazar yedi roman yedi numaralı oda bana uğur getirir sandım ama romanımın üstünde çalışmak yerine ha bire oturup buna benzer ipe sapa gelmez hikayeler yazmak istiyordu canım. Halbuki editörüm annesinin avdan dönmesini bekleyen kuş gibi ağzını açmış romanı bekliyordu, tasarımı bile hazırdı sadece son bölümü adam edip verecektim ama elime yapışmıştı roman. Kitap fuarına yetiştirmekti dertleri, yayın evinin en çok satan yazarlarındandım, içimden “biraz da siz beni bekleyin, beşinci kitabım patlayana kadar yüzüme bakmadınız ne kampanya yaptınız ne beni ciddiye aldınız, sevgiler” türünden iğneli bir mesaj yazmak geçiyordu ve bu saçma sapan öykülere devam etmek ve Koit’i benimle yatması için ayartmak ama okurlarıma olan saygımdan yine de bir aylık konaklamam bitmeden romanı bal gibi teslim edeceğimi biliyordum çünkü okurlarım gittikçe pahalılaşıp berbatlaşan bitarafınaettiğimin hayatında yine de para verip zahmet edip kitaplarımı alıyordu ve ümit ediyorum ki okuyorlardı da. İşte bu sonuncusunun garantisi yoktur, bazen yıllar sonra okurlar bazen Maldivler’den sürükledikleri bir deniz kabuğu Paris’ten atılmış bir kart Moskova’daki bir bitpazardan alınmış çakma Faberge yumurtası ve artık neye inanıyorlarsa melekti Budaydı nazar boncuğuydu lüzumlu lüzumsuz onlarca objenin gereksizce yer tuttuğu raflarda solar gider kitap bizden çıkınca orta malı.


Mesaj sesi. Bu oğlan da ne çok mesaj atıyor anladık özledin ettin toyluk işte. Bıktırana kadar, dünden beri, sikini bile yolladın daha ne istiyorsun benden? Ama o değil, Koit. “Öö?”

Cevap yazdım: “Öö.“


bottom of page