Öykü: Pinhan
"Geçmiş gibi peşimi bırakmadı. Sıkıldım ama alışmak zorunda kaldım."
Aslıhan Öztürk
‘’Anahtarı sana versem, sen halledebilir misin?’’ Onun için, bir şeyler talep etmek o kadar zordu ki telefondaki sesi gitgide cılızlaşarak kulağıma düştü. ‘’Hallederim tabii ki’’ dedim, ne olacak sanki. Suyunu, mamasını tazeler biraz da yanında dururum. Rahat bir nefes aldı. ‘’Çok teşekkür ederim ama bak işin vesaire varsa?..’’ ‘’İşim de yok, bana yük olduğun da. Lütfen artık susar mısın?’’ Güldü. ‘’Tamamdır o zaman, anahtarı vermek için uğrarım akşam.’’ diyerek telefonu kapattı. Ertesi sabah klik sesiyle eve girdiğimde Leyla koltuğun kenarında dikilmiş bana bakıyordu. Kuyruğunu kabartarak uzaklaştı. Sen de haklısın pisi pisi ama ne yapalım annen İstanbul’dan buraya kısa süre önce taşınınca seninle tanışmak bugüne kısmet oldu. Hatta evi bile ilk kez görüyorum. Mavi sallanır sandalye ve kocaman bir kitaplık. Ölecek olsam kitaplarımı sadece annene emanet edebileceğimi söylemiştim bir keresinde. Yanılmamışım. Annenin aklının ve ruhunun haritası burası Leyla. Dağınık çalışma masasına doğru yöneldim. Meraklıyımdır. Tabii ki de kağıtları karıştırmaya başladım. Masanın solunda birkaç dersin notları, kenarına köşesine notlar alınmış makaleler, yanları tiklenmiş alışveriş listesi, altında da defterler vardı. Kitaplıkta, masada ve camın önünde yerde ise mumlar… Karanlığı, mum yakıp kendi kendine oturmayı, konuşmamayı çok sever. Biz güzel susardık mesela. Öyle demişti. Salondaki balkonda ahşap saksıda lavanta vardı. İçeride ise kaktüs. Sürekliliği sevmez, iki gün su verse diğer günler unuta unuta kurutur bitkileri. Lavanta ya hediye ya da su konusunda kaktüse benziyor. Leylanın su kabında kalan suyu lavanta ve kaktüse bölüştürdükten sonra koridorda tuvaletin yerini buldum. Çeşmeden suyu doldururken kapakları aynalı, beyaz dolaptan kendime baktım. Burnumun üstündeki derin çizgide parmağımı gezdirdim. Eskiden bu izi ben de severdim. Ama sonra kendime her bakışımda kendimden çok onunla göz göze geldim. Geçmiş gibi peşimi bırakmadı. Sıkıldım ama alışmak zorunda kaldım. Aynadaki aksime dalmışken Leyla geldi. Kapalı çeşmeyi yalamaya başlayınca musluğu açıp ip gibi akan sudan patisini ıslatıp yalayışını izledim. Çamaşır makinesinin üzerindeki mor tarakta kalmış bir iki saç teline baktım. Kıvrım kıvrım, kahverengi. Tuvaletin tam karşısında kapısı kapalı bir oda. Kapının ortasındaki toprak buzlu cam da kapı gibi kirli bir beyaza boyanmış, kapının üstünde yer yer çizikler, köşeleri kesik kesik soyulmuş, altından tahtanın kendi rengi çıkmış. Kapının kulpunu avcumun içinde gevşekçe tutup bekledim. Parmaklarımı, kızgın bir demir tutuyormuşçasına bir anda açıp gerisin geri oturma odasına döndüm. Leyla varlığıma alışmış olacak ki mırlıyor, sarkık göbeğini parkeye yaymış bana bakıp kuyruk sallıyordu. Ayaklarımı altıma doğru kıvırıp yanına oturdum. Beyaz tüylerini bir o tarafa karıştırıp bir bu tarafa düzelttim. Tüylerine yazılar yazdım, sildim. ‘’Girmeli miydim?’’ dedim göbeğine kocaman bir soru işareti çizdim. Baktım cevap gelmiyor yine sildim, anlamsız sekizler çizdim. Bu sefer yalaya yalaya kendi sildi. Eh, masadakileri karıştırmaktan pek farkı yok değil mi? Doğrulup odanın kapısının önüne gittim. Bu sefer çok da beklemeden kulpu aşağıya doğru basıp kapıyı ittirerek içeri girdim. İlkin duvardaki baykuş ve kuzgun çizimi karşıladı beni. Çift kişilik bir yatak, bir kapağı ayna kaplı altı kapaklı bir dolap, yatağın hemen yanında ise bir komodin vardı. Komodinin üzerindeyse kalem, müsvedde kağıtlar, kahverengi deri kapaklı bir defter. Yatağın ucuna ilişip defteri elime aldım. Odada tütsü yakılmış gibi bir koku hakimdi ama rahatsız edici değildi. Kapağı baş parmağımla kaldırınca çizgisiz, kalın, sarımsı sayfalar karşıma çıktı. İlk sayfalarda eski tarihler, anlaşılmaz el yazıları vardı. Kimin yazısı acaba bu? Türkçe de değil sanki. Parmağımı tükürüğümle ıslatıp sayfaları çevirdim. Anlaşılır kelimeler bulunca durdum. Bir iki cümle okuyunca kaşlarım çatılmaya başladı. Gözlerimi sayfada bir o yana bir bu yana kaydırıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu nasıl olabilirdi?
‘’ Sen de haklısın pisi pisi ama ne yapalım...’’ ’Suyunu, mamasını tazeler biraz da yanında dururum.’’ ‘’ Bu sefer çok da beklemeden kulpu aşağı ittirerek içeri girdim.’’ ‘’ Çift kişilik bir yatak…’’ ‘’…kahverengi deri kapaklı bir defter...’’ Nefes almayı unuttuğumu fark ederek devamını okumak için sayfayı yırtarcasına çevirdim. ‘’Parmağımı tükürüğümle ıslatıp sayfaları çevirdim. Anlaşılır kelimeler bulunca durdum. Bir iki cümle okuyunca kaşlarım çatılmaya başladı. Gözlerimi sayfada bir o yana bir bu yana kaydırıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu nasıl olabilirdi?’’ Midem bulanmaya başladı, yatağın ucuna ilişmiş dolabın aynalı kapağının tam karşısında oturuyordum. Kendimi göremeyince oda gözümde dönmeye başladı. Sonumu bulmak için başımı bir oraya bir buraya çeviriyordum. Bana ne oluyordu?
‘’Gerçeği anlayınca kapıyı çarpıp kaçtı. Çok koştum ama yakalayamadım.’’
Comments