Öykü: Şüphe
"Esasen işin ucunda insan varsa, olmaz diye bir şeyin olmayacağını insanın kendisi de bizzat bilir."
Pınar Kocabey
Şüphe kurt gibidir. İnsanı kemirir. Bir kere düştü mü içine yoktur geri dönüşü. İyice emin olup, kurtulmak lazımdır vesselam. Şüphe niye oluşur, onun da cevabı tam belli değildir. Bazen bilinmeyenden bazen de tam tersi iyi bilmekten doğabilir. Esasen işin ucunda insan varsa, olmaz diye bir şeyin olmayacağını insanın kendisi de bizzat bilir de o yüzdendir belki de.
“Bilirim bilirim” dedi Mihri, duvarın öbür tarafından kafasını uzatan kadına. Başındaki leçeği geriye attırdı, elindeki kirli su dolu güğümü kapının önüne boşalttı: “Haberim vardır, çaya indilerdi esvapları suya çekmeye. Hele başka bir laf diyesin, seni sağ olası bacılık!”
Çay dediği bir alımlı su. Yüksek söğütlerin arasından cam gibi akıyor azar azar. Taşlar, otlar, yosunlar tek tek seçiliyor içinde. Taaa ötede kudretli Karahan suyuyla birleşiyor. Suyun karşı yanı Ermeni’ye hudut.
Köyün bir ucundan bir ucuna düzgünce hizalanmış uzun dik camlı, bol pencereli, ağaç karkaslı Malakan yapımı taş evlerin her biri hayat denen büyükçe bahçelerin içine konuşlanmış. Hayatlarda kazlar, tavuklar, bunları kovalayan eli çubuklu, burnu sümüklü, sarı güllerin yapraklarını aşırıp yiyen kıkırdak çocuklar cirit atıyor. Kışın soğuktan, yazın sıcaktan yüzü yanmış kavruk suratlı aslı beyaz tenli kadınlar kimi İzmir’li kimi İstanbul’lu dünürlerinin gönüllerini hoş etmek üzere hazırladıkları peynir paketlerine koyacakları, onların yarpuz ve et otu dediği elbiselerinin eteklerine topladıkları keskin kokulu naneleri, reyhanları ayıklıyor, ahırlarda sabah akşam inek sağıyorlar.
Kurak yazı evvela çiseleyerek delmeye uğraşan yağmur aniden hızlanınca, buğulanan toprağın dumanı köyün hemen başucunda yükselen Yanık tepenin eteklerindeki tarlaları görünmez etti. Harman yerinin tadı kaçtı. Ahali hayvanlarını toplayıp inlerine çekilme telaşına düştü. Konu komşu bir olup yağmurdan kamaşan gözleriyle göğüsleri ine kalka buldukları naylonları hayatların ortasına istiflenmiş çetin kışların destekçisi olan tezek yığınlarının üzerlerine çektiler. Toprağı çamura çeviren yağmur bereket ki doluya vurmamıştı. “Ekinler mahvolsaydı işimiz işti” diye söylendi Mihri. “Gözle dur sonra Zeki Bey sütü, peyniri kaçtan alacak diye.”
Buralarda insanın nefesini donduran, içini çivi gibi delen soğukların yazı da pek bir kısa sürer. Yağmur yağdı mı rakım yüksek olduğu için dolu tehlikesi her daim vardır. Herkes yazı tetikte geçirir, en önemli sohbet konusu ekinlerin durumudur. Ancak bu kısa ve ılıman yazda, yeşilin bin bir tonu ile bezeli dağları süsleyen rengarenk çiçeklerden belki de dünyanın en lezzetli balları çıkar, tabi hile hurda katılmazsa. Hayvanların iki parmak kalınlığındaki kaymaklı sütlerinden tadına doyulmaz sapsarı, delikli gravyer peynirleri üretilir.
Yağmurun peşine ışıyan güneşle beraber sincap gibi kafasını evinin kapısından uzatan kendini dışarıya atıyor. Yeniden meydana çıkan insanlar iş başında. Mihri’nin, komşunun diline kilit vurmak ne mümkün. Artık meraklı kadın gene ne dediyse, vaktinde bir Ermeni baskınından kaçarken yolda çalının altına saklayıp dönüşte ölüsünü buldukları Mihrali amucasının adını taktıkları bu adı gibi cabbar kadın sertçe cevabı yapıştırıyor:
“O daha taze gelindir Esme bacı, hemen ahıra sokmak yakışık almaz!”
Arkasını döndü ahıra bitişik tandır damına girdi. Yağmurdan evvel kaladığı tandırın başında irileşmiş gövdesinin altına, yaşına göre oldukça düzgün ve ince bacaklarıyla bağdaşını kurdu. Ciğer gibi pembe lekeli, terli yüzünde oynaşan kıvılcımlar gözlerini alıyordu. Kısık gözlerini iyice kıstı, yuvarlak, uzun yastıklara yaydığı hamuru eğilip korlu çukurun kızgın duvarlarına pat pat yapıştırırken boşta sallanan çenesi silik kaşlarıyla beraber kendi kendine inip kalkmaya başladı. İçine çöreklenmeye çalışan şüpheye geçit vermek istemiyordu zihni ama elinde değildi. Çukurun dibinde sıçrayan kıvılcımlar gibi patlayıp yok oluyor fakat hemen bir yenisi geliyordu acabaların. Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. “İşte” dedi kendi kendine, “Bildiğini bırakıp bilmediğine el uzatırsan. Kör Ziya kimdi ki akrabası ne olsun. Alacaktık Temir’in (Timur) Senem’i olacak bitecekti. Varsın kekeş olsundu. Bizim gedenin başını mı yaktık acep?”
Anında kabarcıklanan lavaşları ucu kancalı demir çubukla tandırın öbür tarafında serili bezin üstüne bir bir fırlattı. Havada ard arda uçuşan lavaşların kokusu aralık kapıdan çizgi halinde karanlığa sızan gün ışığında ateşin kokusuyla kaynaştı.
“Yok canım dedi” kolunun altında ekmek teknesi, dudakları kendi kendine çırpınıp dururken. “Nerden gidecek kız tee oralara, benzetmiştir gede. Hem lafı getiren kim? Esme. Senem’i almadık ya oturdu içlerine, hayınlık peşinde. Sen de şimdi cin fikirlik etme Mihri. Neye hayınlık etsin ki? Temir’in neyi neciği. Emmisinin torunu. Öyle de işte hayınlığın neçesi mi olur? Hem Esme’de laf çok, bilmez misin? Off bilirim bilmesine de bu Gülistan ne demeye durmadan ortadan kayboluyor. Nerdesin? Ziyo dayıda. Ne var Ziyo’da, poh mu var? Onun o küçük gelin var ya çok fenadır, bizimkini yoldan çıkarır vallah. Akşama kadar dırdırda. Ayağını kesmeli oradan amma... Varayım Kars’a ineyim bulayım o oteli desem, nerden bulurum nasıl ederim? Denir mi hiç aleme buralarda atabarı oynayan ince karayağız bir oğlan var mı diye? Gel de Sedoş’u arama şimdi, sağ olacaktı ki. Ne vardı cigarayı ziftlenecek o kadar.”
Bir bacağını sürüye sürüye yürüyen uzun boylu kupkuru adam hayatın başında belirdi, köşeli kasketini çıkarıp, seslendi:
“Ay Mihri, ne edersin, halın keyfin nasıl? Noldu öyle ağzın çabalayıp durur kız? Nerde bizim yeğen?”
“Bak hele Ziyo kişiye, bir de beni yamsılar. Atar taşı yararım kafanı ona göre.”
“Yok yok aman Mihri hanım, tövbeler tövbesi”
Yabancısı olmadığı eve teklifsizce giren adam bütün sene kalkmayan sobanın yanındaki sedire kuruldu.
“Kendi uşaklarını umursamayan herif yeğen derdine düşmüş. İkide bir burada. Gelinler yemek vermiyor herhal” diye geçirdi aklından kadın. Senelerce ağrıyan başını yaz kış otuz kat sararak tedavi etmeye çalışan karısı Akkız günün birinde küt diye düşüp ölünce gelinlerinin eline kalan seksenlik adama acıdı genede:
“Açmısın Ziyo, verem mi ekmek peynir?”
“Yediydim amma, cigara içimi aldı, öyle fazla değil dişimin kovuğuna bir sokum yeter. Gülistan’a desen ya, sen ne zahmet edersin?”
“Gülistanmış, Gülistan evi eşiği şaşırmış, ikinin biri sizde be herif, birde nerde diye sorar” diye mırıldandı kadın.
“Hey gidi Sedoş, az hoşbeşimiz olmadı şu söbenin başında.” Adam muşamba üstüne halı kaplı toprak zemine ayağını vurdu. Işıksız, donuk gözü çukurunda boş boş döndü.” Genç idik ikimizde, Rus bir yer döşemiş bu eve Allah seni inandırsın aha şu yekelikte kütükten. Hepsini söktüydük rahmetliyle. Yak yak iki kış bitmediydi. Hey gidi günler”
“Hee eyi poh yemişiniz. Pencerelerin nakışını, koca balkonu söktüğünüzü, damın sacını iç ettiğinizi de hiç demezsin”
Adam elindeki azığı ağzını şapırdata şapırdata bitirdi. Üstüne bir bardak su içti.
Mihri düşünceli, kafasını duman sarmış, pervane gibi dönüp duruyor, bir odaya giriyor, bir mutfağa gidiyor çorbayı karıştırıyor. Off bu Ziyo kişide çöktü kaldı, yedin içtin gitsene be mundar. Ne beklersin ola? Napsa ne etse? Bu Esme’nin oğlan hangi otelde garsonluk eder, sorsa soruştursa, işin bir peşine düşse mi? Yok sormam Esme’ye bir şey, laf çıkarır baş edemem. Hem ya yalansa?
“Ay Ziyo hele bak ne diyeceğim?”
Adam merakla: “De bakalım”
“Bizim bu Esme’nin gede var ya Yavuz. Kars’ta otelde mi çalışırmış bilir misin?”
“Hee, merkezde eski Rus postanesi vardı ya, otele çevirmişler, orda garsonluk ederdi amma, hala gider mi bilmem. Hayırdır?”
“Hiç, pek bi şişinir de, dedim ne iş yapar ki bunun oğlan?”
Yarabbi şükür deyip ayaklanan adamın arkasından seslendi Mihri:
“Varınca yolla gelsin Gülistan’ı. Eri dönmeden evde olsun, karışmam.”
Toprak damlı evin akıtan yerlerini kontrol edip, altına koyduğu kovaları kaldırdı, mutfaktaki kullanılmayan taş fırına öteberi yerleştirdi, daha evvel kesip kuruttuğu hamurları akşama haşlarım çorbanın yanına diye düşündü. “Sarı yağ da eritirim üstüne, harman zamanı güç versin bizim gedeye."
Aksam basmaya başladı ama Gülistan hala ortada yok. “Bu böyle olmayacak” dedi, “Var bu kızın bir vızılağı. Üç aylık gelindir, ev aklına gelmez. Bari Kenan işitmese.” Boynuna doladığı iple çorabını dokurken ağzına bir sakız attı, bir gözü de pencerede. Kenan geldi gelecek. Kalktı, mutfağa gitti. Hamurun suyunu koyarken kıkır kıkır sesler derinde. Çok şükür, evi aklına anca gelmiş. İki kız bir olmuş gülüşüp dururlar. Kapının önünde kepçeyle dikilen kadını görünce birden bir ciddiyet aldı yüzlerini. Mihri hem kızgın, hem şüpheli, hem daha çocuktur bunlar diyor fena davranmak istemiyor ama şu düğümü bir çözse. İki kız kısa bir sessizlikten sonra daha da gülüşüyorlar. Ya sabır, tövbe tövbeee....
Gülistan’ın küçük kara gözleri fıldır fıldır, yanında ki kıza işaret ediyor.
“Ana sana bir diyeceğimiz var.” Saçının örgüsünü parmaklarının arasına almış oynayıp duruyor. Belinde tokalı kemeri sarı sarı parlıyor. Öteki kız arkasında, bozacının şahidi şıracı.
“Akşamın bu vakti olmuş, benim bir diyeceğim yoktur da sizin vardır öylemi? Toprak başıma!”
“Dur hele ana, bir telesme.”
“Ana Ziyo dayı var ya?”
“Eee?”
“Sözü uzatmıyım, eğer he dersen sana elçi yollamak ister.”
Bir anda şaşkınlıktan gözleri patlayan Mihri’de fişenk attı. Yüzündeki pembe lekeler kırmızıya dönmüş, barut gibi:
“Bak hele köpoğluna, keneften bir adam çıkmış adına da Ziyo demişler, it oğlu it seni! Yürü kız eve, maytap mı geçersiniz yoksa benle!”
Gülistan kuyruğunu kıstırmış sofrayı hazırlıyor. Bir koy verse ağzından kıkırtı düştü düşecek ama kendine hakim. Mihri kepçeyle hamuru karıştırırken kinlenmiş, gözünün ucuyla kızı süzüyor. Dişlerinin arasından:
“Demek sabahtan aksama bunu çevirirdiniz kafanızda ha! Görürsün sen kız, bakayım bir daha o otele gider misin, elbet bir punduna getirip düşerim peşine, görürsün. Ziyo’yu da alırım yanıma.” Leçeğini ağzına kapadı, gizlice kıkırdadı.
Comments