Öykü: Yalnız
“Geldiğim yeri özlüyorum, her karşılaşmamızda birbirimize güldüğümüz yüzleri. Bir yerde yabancı olmak, canın her çektiğinde gülememekmiş gibi geliyor.”
Engin İnce
Bu semte taşınalı iki ay oldu. Sokakları kalabalık, dükkânları ışıltılı. Cuma ve cumartesi geceleri, gün ağarana kadar devam eden kendine has bir uğultusu var. Pencereler kapalıysa derinden gelen o uğultunun güven verdiği bile oluyor.
Gecenin en zift saatleri hariç, taşındığımdan beri her gün farklı yollardan geçerek İstiklal’e çıkıyorum. Sanki bu şehirde doğmamışım, kırk üç yıl boyunca bu şehirde yaşamamışım gibi turist merakıyla gezdiren, uzun uzun yürüten bir ruhu var semtin.
Sokak isimlerini okumak gibi bir zevk edindim buraya geldim geleli. Geçenlerde İtalyan Yokuşu’ndan aşağı sallanıp Karaköy’e doğru yürürken gördüğüm Revani Sokağı zihnimde hala. Çocukluğumu ve ergenliğe geçiş yıllarımı anımsatan, her aklıma gelişinde o yılların şerbetini dudağımın kenarına bırakan geçmişimin tatlısı. Annem haftada bir kez mutlaka yapardı. Ablamın da yapmayı öğrendiği ilk tatlı. Annem ve ablam bol şerbetli severdi, ben ve babam biraz daha kuru. Çatalı batırıp ilk lokmayı ağzıma aldığımda çiğnemez, biraz bekletirdim. Vanilya kokusu yükselirdi burnuma doğru belli belirsiz, oyalardı beni. Dilimle ezmeye yarayacak kadar bir ıslaklık yeterdi ama annemin ya da ablamın elinden çıkma olduğu için dağılıverirdi ilk lokma. Vanilyanın hatırına, fazla şerbeti hoş görürdüm. Belki de o koku, insana neşeli bir boş vermişlik hissi yüklüyordu. Doksanların sonuna doğruydu sanırım, bir tarihte jübilesini yapıp sofra anılarımız arasındaki yerini aldı revani. Ne iştah açıcı bir anı, ne iştahlı bir sokak.
Uzun yürüyüşlerin sonunda semte döndüğüm zaman, meydandaki bu kahveye girip çay içme adeti edindim bir de. Kalabalık, gürültü, telaşlı konuşan ve telaşlı davranan insanlar var kahvede ve her yerde. Sadece sabah telaşsız; kaldırımlar, yollar, yayalar, esnaf. Tıpkı şu an olduğu gibi. Bu yüzden ikinci çayı yalnızca sabahları söylüyorum. Çınar ağacının altında oturduğumu bile bir sabah vakti fark etmiştim, kahvenin kaldırıma yakın kısmında musalla taşı olduğunu da. Üstümüzü kapatan tente yüzünden çınar ağacını görmemişim, musalla taşını da gün içinde kediler ve yakınındaki masalarda oturanların çantaları mesken tuttuğu için. Sessizliğin, konuşkan ve doğal bir hali olduğuna inanışım hep bundan belki de.
Cami avlusuna yerleşik bu kahvenin üç tarafı açık. Sağında solunda başka mekanların avluyu paylaşan masa ve sandalyeleri var, önünde de Tophane’ye inen yokuşun başlangıcı. Sırtını caminin duvarına yaslamış kahvenin kaldırıma en uzak masasında, her zamanki yerimde oturuyorum. Yalnızca sabahları boş bulabiliyorum bu masayı. Simitçi yerini çoktan almış, karşıdaki bankanın duvar dibinde, kuytuda duruyor. İki eliyle çay bardağını kavramış, ısınıyor belli ki.
Uzaktan Erdem’in geldiğini görüyorum. O da benim gibi erkencilerden. Yokuştaki elektrikçide çalışıyormuş, geçen sabah sigarasız kalıp da benden bir tane istediğinde tanıştık. Doğma büyüme bu semtin çocuğuymuş. “Hep görüyorum seni abi, buralarda mı oturuyorsun?” dediğinde yanıt vermeden beklemiştim birkaç saniye. İstemsiz bir gülümsemeyle baktığımı fark edip “Evet” demiştim, “iki ay önce taşındım.” Bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorduğunda sağ ol diyebilmiştim sadece. Ne anlama geldiği belli olmayan bir yanıt işte. İçimden geçirdiklerimi dışıma vurabilsem hem çok konuşkan hem daha anlaşılır biri olabilirim. Heyecanıma ver Erdem, seninle bir ilgisi yok. Bakma kırk yedi numara ayaklarımın cüssesine, heyecanıma ver.
Yukarı kaldırdığı iki kolunu sağa sola sallayarak giriyor kahvenin sınırlarına Erdem. Otuzlarında var ya da yok. Yaşını büyüten sesiyle, yüksek ve tok bir günaydın çıkıyor ağzından gülerek. Kahveciyle yol kenarında bekleyen taksiciler karşılık veriyor, ben de başımla selamlayıp gülümsüyorum. Geldiğim yeri özlüyorum, her karşılaşmamızda birbirimize güldüğümüz yüzleri. Bir yerde yabancı olmak, canın her çektiğinde gülememekmiş gibi geliyor.
Sol yanıma, bordo örtülü küçük yuvarlak masalardan birine oturuyor Erdem, kaldırıma yakın masalardan birine de taksiciler. Herkes birbirini tanıyor. Ara sıra simitçiye laf atıp, orta yükseklikte bir sesle bağırarak iki ya da üç sözcüklük cümleler kuruyorlar. Gündemleri, hafta sonu oynanacak maç ve yağması beklenen kar. Havaya tezat, kahvenin ruhu bu sabah da sıcak.
Erdem’le havadan sudan iki çift laf etmek, yabancılık hissimi hafifletiyor. Her geçen gün biraz daha tanınıyorum sanki. Böyle böyle kalabalık olur muyum acaba bu yaşımdan sonra? Kahveci de yüzüme aşina. Selamlaşıp birbirimize hal hatır sorduğumuz seviyedeyiz. İyi hissediyorum o bana selam verince ya da verdiğim selamı alınca. Oraya aitmişim gibi. Kahveci benim için, duygu pansumancısı adeta.
Her masada, örtüyü sabitleyen mandalların ucuna tutturulmuş, kartvizit büyüklüğünde beyaz kağıtlar var. Tost yapılır yazıyor üzerlerinde. Bu bilgi bir haftadır masalarda olduğuna göre belli ki çay, kahve ve suyun yanına yeni katıldı o tost. Mekânın eskisi sayılırım, tost benden sonra geldi.
Doğduğum evde yaşadım ben kendimi bildim bileli, buraya da ordan geldim. Kabuğumu yeni kırıyorken etrafımda bari hareket olsun dedim. E tabii biraz da ruhu olsun istedim semtin. İnsanında eski ruh kalmasa da binasında, sokağında kalanla idare ederim. Küçükken annemle birkaç kez gelmiştik Beyoğlu’na. Bir tanıdığının evine gitmiştik hatta. Asmalı Mescit’teydi. Şimdi gitsem belki hangi sokak olduğunu bile bulamam. Yüksek tavanı ahşaptan bir evdi. Aklımda kalan tek şey bu.
Ergenlikte ve üniversite yıllarında çok gelirdim. Otuzumdan sonra, Beyoğlu’na bir kez bile uğramadığım yıllar oldu. Karşının insanıydık, Kadıköy’de buluşurduk. Eve tek otobüsle dönebilir, semt değiştirsek bile kendimizi evde sayardık. Aramızda evlenenler, şehir ya da semt değiştirenler çoğalınca o buluşmalar da seyrekleşti. Yedi sekiz aydır bir araya gelemedik.
Kırk üç yılımı geçirdiğim evden önce ablam ayrıldı üniversiteye gitmek için, sonra da şehirden uzaklaşmak isteyen annem babam. Bir ben gidemedim. Elif beni terk ederken söylemişti korkak olduğumu. Ne kızmıştım ona. İçimden ne sövmüştüm. Beni saklandığım yerde bulduğu için öfkem alev olmuştu. Korkumu, yalnızlığımı belli etmemek için türlü maskelerle gezen bir adamım ben. “Yalnız kalmaktan ölesiye korkuyorum” diyemedikçe umursamazı oynayan, oynadıkça yalnızlaşan bir adam. Üstelik bu tip oyunculuklarda da yetenekli bulurum kendimi. Övündüğüm şeye bak!
Şimdi hayatımda ne alıştığım ev ne alıştığım düzen var. Sanki korkaksın diyenleri haksız çıkarmak için kendime danışmadan can havliyle taşınıvermişim. Bal gibi de korkuyorum. Bunu başkasına söylemeye dilim varmıyor, kendime de sık tekrar edesim yok.
Bu sabah iki çay, bir Türk kahvesi içiyorum. Futboldan anlamayan bir adam olmama rağmen maçla ilgili iddialarını dinlediğim Erdem keyiflendiriyor beni. Öyle canlı bir yüzü ve incinmemiş bir heyecanı var ki “Akşamları da uğra abi, laflarız” deyip ayağa kalkıyor. Dükkânı bugün o açacakmış.
Arkasından ben de kalkıyorum. Benim dükkânım, bilgisayarım. Dergideki maaşlı işimi bıraktıktan sonra boşta gezerken çocukluk arkadaşım Ümit bulaştırdı beni çantacılığa. “Hindistan’dan mal getiren arkadaşım var. İyi kazanırsın bu işten” deyip benden çok o uğraştı hazırlıklarla. Bağlantıları kurdu, internet sitesini hazırlamama yardım etti, depo ve nakliye işlerini düzene oturttu. Baktım benden çok anlıyor bu işten, “Birlikte çalışalım” dedim. İyi ki kabul etti. O olmasa bu kadar işin üstesinden tek başıma gelebilir miydim, bilmiyorum. Kazanmasına kazanıyorum -hakkını yiyemem- ama üretmiyorum. Bez çantaya bir sürü para veren insanların ruh halini anlamak zor. Sonra diyorum ki sana ne be adam, sen kazandığına bak, el alem ne yaparsa yapsın!
Evin arka cephesine bakan odalardan birini ofis yaptım kendime. Sessiz ve karanlık bir oda. Kahvaltımı bitirmeden telefon trafiği başlıyor; siparişler, kargodaki gecikmeler, yeni ürünler... Doların tekinsiz hallerinden sebep sık sık içim sıkışıyor. Gün, işleri bitirmeye yetmiyor.
Hava karardıysa sandalyeyi salondaki pencerenin önüne çekme vakti gelmiş demektir. Karşı kaldırımdaki meşhur turşucunun önünden gelip geçeni izliyorum. Tek yürüyen insan sayısı ne kadar az, diye düşündüğüm an zihnimdeki korku fitili ateşlenip gizlenmek için öfkeye sığınıyor. Başlıyorum söylenmeye. Ulan şu dünyada tek yalnız ben miyim? Ne halt etmeye çıktım geldim buraya? Eski mahallemde olsam yokuş aşağı sallanır, iskelenin etrafında illaki tanıdık bir yüz görür, hatta şanslı günümdeysem Hasan’ın yolcu motorunda araya kaynar, Emirgan’a gider gelirdim. Kıçımız donardı ama olsun, dönüşte elbet çay demlemiş bir tanıdık bulurdum. Kar kış demeden yoğurda pudra şekeri serpmeye gelen birileri olurdu mutlaka, aralarından geçerken ev sahibi gibi hissederdim. Ne yaptım ben? Muhabbet sevmeyen Hasan bile burnumda tütüyorsa buraya taşınan canıma tüküreyim!
Dışarıya çıkmak istiyorum. En sevdiğim mevsimin bitmesine az kalmışken istediğim tek şey sokakta olmak. Bahar gelince giysiler incelecek, mekânların önünde oturanların sayısı artacak, onlar arkadaşlarıyla sohbetteyken ben önlerinden yapayalnız geçeceğim. Herkes baharda ne kadar yalnız olduğumu öğrenecek, yaz gelince iyice deşifre olacağım. Tüm sokak yalnızlığımı konuşacak. Kış mevsiminin kamufle eden, sakınan, saklayan ruhu yok baharlarda, yazda. Halden anlamıyor kış dışında diğer mevsimler. İnsanın yokluğu yüzüne vurulur mu? Vuruyorlar utanmadan.
Sıkıca giyinip çıkıyorum evden. Köşedeki marketin kapanmasına on dakika var. Ne alacağımı bilmiyorum ama bu saatte yalnızlığımın göze batmayacağı tek yer o market. Kasada benim yaşlarımda bir adam oluyor hep. Eğer şimdi de o varsa hal hatır soracak bana. Yüksek sesle karşılık verip kendimden emin görünmeliyim. Erdem’e dediğim sağ ol gibi bir anlamsızlık daha istemiyorum.
Kahvaltılıkların olduğu dolabın önünde duruyorum. Bıyıkları tüy bir delikanlıya, “Isırdığımda dişimin çekirdeğe hemen değmeyeceği cinste etli ve az tuzlu hangisi kardeşim?” diyorum zeytinleri göstererek. Tanımadığın ya da yeni tanıştığın birine canım demek kadar ruhsuz gelmiştir yine aynı koşullarda söylenen kardeşim bana. Ama şu an durum farklı. Yakınlık kurmaya, kuruyormuş gibi yapmaya ihtiyacım var. Bu delikanlı şu andan itibaren benim kardeşim!
Maneviyatımın başını okşamak için aldığım yarım kilo zeytinle kasada bekliyorum. Daha önce görmediğim bir kadın var, herkesi gülerek karşılayıp uğurluyor. Sıra bana geldiğinde kabanımın içinde kaybolduğumu fark edip sırtımı dikleştiriyorum. Öyle güzel gülüyor ki kadın, her zaman gördüğüm adamın olmamasına takılmıyorum bile. Gülmek de epey kalabalık bir eylemmiş gibi hissettiriyor.
Kavşağı geçip yokuşun sonundan sağa dönüp kahkaha ve müzik sesleriyle çarpıştığımda adımlarım hızlanıyor. İhtiyacım olan kalabalık bu değil. Biri benimle konuşsun, ben de ona yanıt vereyim istiyorum. Dönüyorum aynı yoldan. Yarın eski mahalleme gitmeye karar veriyorum. Tanıdık yüzlerle karşılaşmak, adım başı durup iki çift laf etmek, birinin dükkânının önündeki boş tabureye oturup konuşmaya daldığım için çayımı soğutmak istiyorum.
Eve gidesim yok. Sol yanımda kalan kahveye bakıyorum, ne kadar da kalabalık. Kaldırıma en yakın masada, semt çocuğu özgüveniyle etrafına bakan bir gençle birlikte oturan Erdem’i görüyorum. Boş masa arıyormuş gibi bakınırken o da beni görüyor, “Gel abi, beraber oturalım. Emre mahalleden arkadaş” diyor. Elimdeki zeytinleri masaya bırakıyorum, sırtımı yola verip çekiyorum bir sandalye. Bir anda kalabalık hissediyorum. Ne konuşacağımızın, birbirimize az sonra ne anlatacağımızın hiçbir önemi yok. Elimi Erdem’in omzuna koyup bir ona, bir de arkadaşına bakıyorum, “Kahveler nasıl olsun, ben ısmarlıyorum.”
Comments