Sabahattin Ali'yi neden severiz
Doğuş Sarpkaya, Sabahattin Ali öykücülüğü üzerine yazdı: "Sabahattin Ali’nin bugün bile genç yazarları etkileyen, okuyucuların yüreğine dokunmasını sağlayan özellikleri nelerdir?"
Sabahattin Ali öykücülüğü üzerine konuşmaya başlandığında milat kelimesini sıkça duyarız. Çünkü, birçok araştırmacı ve edebiyat eleştirmenine göre Sabahattin Ali ve Sait Faik, Türk öykücülüğünün iki temel direğidir. Buna katılmamak mümkün değil. Hatta rahatlıkla, 1950 sonrası öykücü kuşağının, Sait Faik’in Semaver’inde demlendiğini, Sabahattin Ali’nin Değirmen’inden geçtikten sonra piştiğini söyleyebiliriz.
Peki, Sabahattin Ali’yi böyle bir mertebeye taşıyan ve dönemin diğer öykücülerinden ayıran özellikleri nelerdir? Daha farklı bir şekilde sormak gerekirse, Sabahattin Ali’nin bugün bile genç yazarları etkileyen, okuyucuların yüreğine dokunmasını sağlayan özellikleri nelerdir? Kısacası; Sabahattin Ali’yi neden severiz? Kestirmeden gitmeyi sevseydik, Cortazar’ın kısa öyküyle ilgili aşağıdaki yorumu sorularımıza cevap olabilirdi: Julio Cortazar’a göre “unutulamayan öyküleri[n] hepsi aynı özelliğe sahip”: [Onlar] anlatılan basit olaydan çok daha geniş, sonsuz bir gerçeklikle ilintililer, bu yüzden görünen içeriğin sadeliği ve metnin kısalığı kuşku duyulmayan bir güçle bizi etkiler. Ve belli bir zamanda bir konu seçen ve ondan bir öykü çıkaran kişinin bu seçimi—bazen o bunun bilincinde olmadan—küçük olandan büyük olana, bireysel ve dar kapsamlı olandan insan ruhunun özüne olan masalsı açılımı içeriyorsa, o büyük bir öykü yazarıdır.
Ama biz yine de daha çetrefilli bir yönü tercih edip uzun yola sapalım. Sabahattin Ali’nin öykülerine dair yapılan yorumların çoğu, dilin sadeliğinden, biçimin klasikliğinden, içeriğin toplumsallığından, toplumsal içerikle birlikte Sabahattin Ali’yi toplumcu gerçekçi olarak tanımlamaktan öteye gidememiştir. Olay kişileri konusundaki yorumların, benzer şekilde yüzeysel kaldığını söyleyebiliriz. Bunu biraz da Sabahattin Ali öyküleri hakkında yaratılan önyargılar beslemiştir. Örneğin, Vedat Günyol’a göre Sabahattin Ali, öykülerini olaylar üzerine kurmuş, bu yüzden de bireylerin psikolojilerini es geçmiştir: “S. Ali ise, dış’a bakan, iç’i dışta arayan bir sanatçı. Ne var ki bu, güç bir iş. İç hayatı dışa vuran davranışlarla vereyim derken, yalnız dış’ta kalmak tehlikesi var. S. Ali bu tehlikeyi sezmiş olacak ki, her zaman ruhu yansıtmanın güçlüğünü, bizi toplum sorunları üzerinde düşündürmekle gidermeye çalışıyor” diyerek Sabahattin Ali’nin öykülerinin insan ruhuna inemediğini ima etmiştir. Bir diğer tartışmalı nokta ise Sabahattin Ali’nin toplumcu gerçekçi olduğu iddiasıdır. Bu konuya ileride döneceğimiz için burada uzun uzun irdelemeyeceğiz ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sabahattin Ali, herhangi bir ek isme ihtiyaç duymayacak kadar gerçekçidir. Sabahattin Ali öykücülüğüne dair yazılan ve yaratılan tüm önyargılar, bu konuda yapılacak yeni tartışmaların önünü kapama eğilimindedir. Bu yazının bir amacı da Sabahattin Ali’yi neden sevdiğimiz sorusunu yanıtlarken, bu önyargılı yorumları tartışmaktır.
Biçim ve Dil
Sabahattin Ali öykülerinin biçim ve dili de onu sevmemizi sağlayan önemli bir köşe taşıdır. Öykülerinde sade bir dili (Asım Bezirci yaptığı bir çalışmada Türkçe sözcük kullanım oranının %82 olduğunu tespit etmiştir) ve klasik öykü biçimini koruyan Sabahattin Ali, nasıl değil neyi anlatması gerektiği üzerine kafa yormuştur. Sabahattin Ali’nin dili, sadece yabancı sözcüklere değil aynı zamanda şive ve ağızlara kapalı, herkesin anlayabileceği bir dildir. Cümleler çoğunlukla, kısa ve anlaşılırdır. Betimlemeler ve sıfat kullanımı sınırlıdır. Klasik öykü biçiminden saptığı öykülerinde ise ya politik taşlama, kara mizah örnekleri kaleme almış ya da masalsı anlatım biçimleri kullanmıştır. Sabahattin Ali’nin kurduğu sade, kısa cümleler çoğu zaman kolay anlaşılabilme kaygısına yorulmuştur. Oysa anlatılan olayların vuruculuğu ve toplumsal derinliği, öykülerin daha geniş bir bakış açısıyla yorumlamayı zorunlu kılmıştır.
Olayların olduğu gibi aktarılması durumu, Sabahattin Ali’nin, insanın iç dünyasına inmesini engellediğine dair yorumların yapılmasına neden olmuştur. Oysa şaşırtıcı ve inanılmaz olayların arasında seçilen bir fragman, olay ya da durum insanın iç dünyasını anlamamızda yardımcı olabilir. Toplumsal olanın ezilenlerin ruhunda açtığı yaraları dillendirmeden de aktarılabileceğini, Apartman öyküsünün son bölümüne bakarak anlayabiliriz. Çocuğunu okuldan alıp hamallık yaptırtmak zorunda kalan inşaat işçisi, çocuğunun yaşadığı haksızlığı görür ve buna müdahale edemez. Bunun üstüne yaşama tutunmayı bile unutacağı bir üzüntü yaşar.
“Çatıdaki adam gözlerinin büsbütün karardığını ve güneş vurmuş gibi beyninin içinde gürültüler olduğunu hissetti. Çatının kenarına dayanan ayakları titriyordu. Yavaş yavaş dizlerinin gevşemeye ve bükülmeye başladığını fark ederek elleriyle başının üst tarafındaki tahtalara tutunmak istedi. Fakat parmakları da gevşemişti ve hiçbir şeye sıkıca yapışamıyordu. Vücudu yaş tahtaların üstünde hafif bir gıcırtı çıkararak ağır ağır kaydı. Çatının kenarına kadar gelip orada bir an takılır gibi olduktan sonra, aşağıya, sokağın ortasına, içi toprak dolu bir çuval gibi boğuk bir ses çıkararak düştü.”
Edebiyatımızda, bir insanın yaşadığı duygusal dalgalanmaların bu kadar güzel ve sade anlatılabildiği çok az öykü vardır.
Sabahattin Ali ve Gerçekçilik
Sabahattin Ali’ye dair peşin yargılardan biri, ilk döneminde romantik, sonraki dönemde ise toplumcu gerçekçi olduğu yönündedir. Sabahattin Ali’nin, Türk edebiyatında ilk toplumcu-gerçekçi öykücü olduğu, kendisinden sonra gelen, köy gerçekçilerini ve toplumcu-gerçekçileri derinden etkilediği de dile getirilmektedir. Böyle bir tanımlama başlı başına sorunludur. Birincisi, Sabahattin Ali’nin ilk öykülerinde (Değirmen’deki öykülerinden bahsediyoruz) gerçeküstücü ve romantik öğeler olsa da kendi kişisel gelişimi içerisinde sonraki dönemine referans olacak pek çok ayrıntı yakalanabilir. Özellikle Kanal öyküsünde daha sonraki yazın hayatının ipuçlarıyla karşılaşırız. Değirmen, Viyolonsel, Kurtarılamayan Şaheser gibi öyküleri romantik öğeler taşısa da Sabahattin Ali’nin direk romantik dönemine işaret ettiklerini iddia etmek kestirmecilik olarak görülmelidir.
Sabahattin Ali’nin toplumcu-gerçekçi olduğu iddiası ise hayli tartışmalıdır. Çünkü Sabahattin Ali, eserlerini, toplumcu-gerçekçiliğin temel taşlarından olan, ideal karakter yaratma, toplum mühendisliği yapma, bağlanma gibi özelliklerden azadedir. Sabahattin Ali’nin gerçekçiliği, toplumdan, ezilenden yanadır. Ama bu yan tutma ezilenlerin yaşamını güzelleyen bir konumda değildir. Ezilenlerin kendi durumunu yansıtan, bu durumu değiştirmelerine yönelik adımlar atmaya yönelten bir bakış söz konusudur. Sabahattin Ali, idealize edilmiş bir toplum yaşamını, didaktik bir şekilde anlatma yanlışına düşmez.
Sabahattin Ali’nin gerçekçiliğini yalın bir şekilde ifade etmesi biraz da gerçekliğin kendi anlattığından daha inanılmaz olduğunu düşünmesindendir. Bir konuşmasında: “Bazı gerçek olayları gözlediği gibi yazamadığını, gerçek yaşamın öykülerden çok daha şaşırtıcı, çok daha akıl almaz olduğunu” belirtir. Gerçekçilik, olayların olduğu gibi aktarılışı, öykülerinin içine yedirdiği eleştirileri daha etkili kılmasını sağlar.
Konu ve Kişi Seçimleri
Sabahattin Ali’nin öykülerinde konu ve kişi seçimleri büyük bir çeşitlilik göstermez. Aralarında kesin sınırlardan bahsedemesek de bu konu ve kişiler kabaca şu dilimlere ayrılabilir: Aşk, düşkün kadınlar, köy ve köylüler, işçiler, hastane ve doktorlar, hapishane ve mahpuslar, aydınlar, yöneticiler, çocuklar…
Sabahattin Ali’nin öykülerinde aşk teması genellikle bir feda ile birlikte anılır. Âşık olan kişi yaşamının önemli bir parçasından vazgeçmeyi göze almalıdır. Böyle bir vazgeçiş ya da fedanın olmadığı durumlarda, aşk, modern insanın fotoğrafını çekmekte kullanılır. Sabahattin Ali’nin kadınları güçlü, tutarlı ve iradeli; erkekleri ise iradesiz, basiretsiz ve kolay etkilenebilen karakterlerdir. Daha sonra İçimizdeki Şeytan romanında da göreceğimiz bir durumdur bu- güçlü kadın karakterini, amaçsız, idealsiz, umutsuz ve nihilist Cumhuriyet aydınını görünür kılmakta kullanmıştır.
Yazar bazı öykülerinde de dönemin Doğu ile Batı arasında sıkışmış, ideallerini yitirmiş ve kendini yozluğun içerisinden ifade eden Cumhuriyet aydınını yerer. Amacı yeni kurulmakta olan toplumsal düzenin temelini oluşturacak kesimin fotoğrafını çekmektir. Öyle ki çekilen bu fotoğraf Türkiye modernleşmesinin eksiklerini, gediklerini, yamalarını gösterir. Aydınların, kişisel arazları, kendilerine verilen erki kötüye kullanma eğilimleri, özellikle taşranın sıkıcı, boğucu ama en sonunda kapsayıcı ve içine çeken yaşamı içerisinde ideallerini unutmaları hikaye edilir. Aydınlarla, halk arasındaki kopukluk, halkın aydınları farklı bir dünyadan gelmiş gibi görmelerine neden olmaktadır.
Aydın ile halk arasındaki kopukluğa bağlı olarak yaşanan başka bir sorun ise, -"taşradaki aydınların ülke dertleriyle ilgilenmek ve halkın sorunlarına çare bulmak için çalışmak yerine eğlence ve dedikodu ile vakit geçirmeleri"- dir. Yazar, Bir Skandal'da bu konuyu şöyle anlatır:
"Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya muallim olmuşlardı. Fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil, karnını iyi doyurmak, iyi giyinmek, güzel karı alabilmek için yapmışlardı. Yani dimağ gibi en asîl uzuvlarını midelerine ve tenasül cihazlarına uşak olarak kullanıyorlardı. Yalnız ekmek parası düşünen ve asıl vazifelerini; tefekkür kabiliyetlerini tamamıyla unutarak basit birer makine hâline giren bu kafalarda akıl, saf ve maddiyatın dışına çıkabilmiş akıl, artık lüzumsuz bir şeydi. Münevverlerimizde dimağın rolü kör bağırsağın- dakinden daha fazla değildi."
Sabahattin Ali öykülerinin temel konularından bir diğeri ise ezen-ezilen ilişkisidir. Yazar, devletin baskı aygıtlarının yanında, ağa-köylü, işçi-işveren ilişkilerini anlatan öyküler de kaleme almıştır. Kanal, Kağnı gibi öyküleri köydeki sınıfsal çatışmaları yansıtırken, Apartman, Isınmak İçin, Mehtaplı Bir Gece gibi öyküleri şehir yaşamını ve ezen-ezilen ilişkilerini ele alır. Özellikle taşradaki jandarma, idari amirlikler ve köyün ya da kasabanın ileri gelenlerin arasındaki ilişkiler çok çarpıcı bir şekilde anlatılır. Sabahattin Ali tüm bu iktidar ilişkilerinin ve dengelerinin arasında ezilen, horlanan, aşağılanan halkın yaşamını, işçi ya da köylü seviciliğine gönül indirmeden, yalın şekilde anlatır.
Sonuç Yerine
Kısa öykü, hem yazılması hem de değerinin anlaşılması zor bir tür olarak varlığını sürdürür. Ne şiirin ağırlığı vardır onda ne de romanın şımarıklığı. Ama yine de Bill Buford’un belirttiği gibi, insanı yaşadığı kaos ortamından kurtaracak olan da kısa öyküdür: “[Günümüzdeki] öyküsel anlatının beklenmedik canlanışının altında yatan neden, öykülere olan gereksinimizdir. Öykülerin, başlıca bilgi birimi, belleğin temeli, kişisel ve toplu yörüngelerimizin başı, ortası ve sonu olan yaşamımıza anlam kazandırmak için önemli bir yordam olmasıdır.”
Türk edebiyatında kısa öyküye itibar kazandıran, kısa öykünün insanı, toplumu ve yaşamı anlamada bize yardımcı olabileceğine ikna eden, Sabahattin Ali’yi sevmek için sebeplerimiz o kadar çok ki. Ödün vermez entelektüel tavrı, kendini eleştirmekten çekinmediği keskin kalemi ya da insanın içini ısıtan gülümsemesi bile Sabahattin Ali’yi sevmemiz için yeterli bir sebep olabilir. Ama yine de, Sabahattin Ali’yi ezilenlerin, hor görülenlerin, paçası çamurluların, çıplak ayaklarıyla bozkırları arşınlayanların, okul sonraları “arabalar beş kuruş” diye çığırarak para kazanmak zorunda olan çocukların öykülerini yazdığı için, bizi hem kendi tarihimizle hem de bugünümüzle yüzleştirdiği için de seviyoruz.
Comments