top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Yazma nedenim anımsamak ya da unutmak değil. Araştırmak."

Aynur Kulak, çağdaş edebiyatımıza anlatısı yoğun, katmanları kendine özgü metinler sunmasıyla önemli katkılar sağlayan Sine Ergün ile son romanı Kopuk üzerine söyleşti.



Sine Ergün’ün son kitabı Kopuk üzerine söyleşi yapmanın mutluluğuyla bu incecik fakat her bir katmanı birbirinden derin romanın öncelikle düşündürdüklerinden; hatırlatma/unutma, uyuma/uyanma karşıtlıklarıyla hayatımızı yaşarken bilincimizin bizi nerelere çekebildiğinden bahsetmek gerekiyor. Bilincimiz üzerindeki kavramların ve durumların etkisini düşünürken objektifimizi nereye odakladığımız ve bizler odağımızı belirlerken, dışarda kalan alanlarda nasıl hikayelerin oluştuğu Kopuk romanının en derin katmanı olarak beliriyor. Bilincimizin oluşumu ile fiziki coğrafyaların sınırlarında duvarlara düşen rolün elzemliği ise o kadar somut ki bilincimiz öncelikle, evet bir duvar misali, fakat önemli bir anın çerçevelenmesi adına bir fotoğraf olarak da aslında karşımızda beliriyor. Sine Ergün elimize sadece yaşadığımız coğrafyanın değil, bilincimizin de bir fotoğrafını veriyor bu anlamda ve odaklandığımız alanlardan tutalım da, odağın dışında kalan alanlara kadar aslında bilinç düzeyinde nasıl da koptuğumuzu fiziki şartlar çerçevesinde de yaşam alanlarımızdan nasıl koparıldığımızı gösteriyor bizlere.


Çağdaş edebiyatımıza -gerek öykü gerek roman bazında olsun- anlatısı yoğun, katmanları kendine özgü metinler sunmasıyla önemli katkılar sağlayan Sine Ergün ile Kopuk romanı odağında gerçekleştirdiğim söyleşi en az kitapları kadar kendine özgü bir söyleşi oldu. Buyurun lütfen.


Sine Hanım; hatırlamak neden bu kadar önemli ya da unutmak bazen -nasıl oluyor da- hayati bir meseleye dönüşebiliyor? Kopuk romanını okurken bu sorular döndü kafamda ve asıl olarak aslında ilk sorunun temel izleği şu soruyu yöneltmek istiyorum size: Hatırlamak için mi yazıyorsunuz, unutmak için mi ya da belki de bu kadar net iki tanım olmuyordur sizin yazma sebepleriniz. Yazmaya geçtiğiniz an belleğiniz nereye doğru çekiliyor?

Yazma nedenim anımsamak ya da unutmak değil. Araştırmak. Çoklukla bir sonuca varmıyor. Merak ettiğim konular var. Bellek bunlardan biri. Edebiyat araştırmak için iyi bir yöntem. Bildiğim tek yöntem daha doğrusu. Kitap bir sorunun yanıtını bulma kaygısıyla çıktı: Kişi neyi niçin unutur? Sorunun yanıtını bulamadım, kitap da böylece bir arayışa dönüştü.



Burası Tekin Değil (2010), Bazen Hayat (2012), Baştankara (2016) ve henüz okuyucu ile buluşan Kopuk romanınız beş yıl aradan sonra geldi. Bu beş yıllık süreçte dünyada, Türkiye’de, bireysel yaşamlarımızda kontrol edemediğimiz değişimler yaşandı. Buradan yola çıkarak romanının hikâyesi kafanızda nasıl oluştu; romanı size yazdıran süreç nasıldı diye sormak isterim.

Unutmaya ve anımsamaya dair yazacağımı uzun zamandır biliyordum. Belki Baştankara’dan da önce. Baştankara’nın ardından anne oldum. Kısa keseceğim. Beden ve benlik yeni durumlara uyum sağlamak için zaman gereksiniyor. Maggie Nelson Argonautlar kitabında, teknik bir zorluktan söz ederek, “Bebeğimi emzirirken kitap yazamam,” der. Umarım tam olarak böyledir alıntı. Kitabı kütüphanemde bulamadım. Beğenerek okuduğum kitaplarımın kütüphanemden kayboluşu bir sır olageldi benim için. Söze dönecek olursak, basit bir gerçeği imler. İki kolunuz da doluyken kalem ya da kitap tutamazsınız -kitap tutucu işe yarayabiliyor ama yine de çok rahat değil. Bir yazıhane düzenine geçebildiğimde ise gece çalışan bir yazardan kendimi mesaili yazan bir yazara dönüştürmem gerekti. Zor oldu ama şu an çalışma düzenimden mutluyum.



“Her zihinsel süreç… bilinçdışı bir aşamada veya evrede başlar ve süreç ancak bundan sonra bilinçli evreye geçer; tıpkı bir fotoğrafın negatif olarak başlaması ve ancak bir pozitif olarak bilinçlendirildikten sonra resme dönüşmesi gibi.” Beatriz Colomina / Mahremiyet ve Kamusallık. Bu alıntıyla başlamak istedim çünkü, isimsiz ana karakterinin adı sanı duyulmamış bir yere varmasıyla başlıyor roman. Hikâye ilk anda belirsizlikler silsilesiyle başlasa da yarattığınız bu bilinçli belirsizlik hali için, “bilinçli olarak böyle olmasını istedim” diyebilir misiniz? Unutsa da, hatırlasa da belleği olan, aslında bilinçli bir muğlaklık yaratmak istemişsiniz sanki ilk etapta. Ne dersiniz?

Çok yerinde özetlendiniz. Açıkçası üstüne ne söylenebilir bilmiyorum. Belirsizlik, evet, seçim. Unuttuklarımız bize siner. Bir fotoğraf netliğinde hakim olmadığımız anılarımız da davranışlarımıza, korkularımıza, geleceğimize siner. Anımsadıklarımız ise her aklımıza düştüğünde farklı bir formda karşımıza çıkar. Gerçek bir unutuştan da anımsayıştan da söz edemeyiz özetle.



Foto muhabiri isimsiz kahramanımız objektifi romanın birinci bölümünde ülke belleğine, ikinci bölümünde kişi belleğine yöneliyor ve görüyoruz ki; fotoğraflanan alanın da kişinin belleğinde de, -hatırlama/unutma ekseninde- dışarda kalanlar en çok iz bırakanlar, en ağır olanları. Beatriz Colomina; “Ne var ki her negatif ille de bir pozitife dönüşmez, keza her bilindışı zihinsel süreç ille de bilinçli bir sürece dönüşmez…” diyerek devam ediyor yukarıda alıntı yaptığım paragrafa. Kopuk tam da bu temel bilinç halini ve böyle bir bilinci yaratan bellek durumlarını ortaya çıkarıyor diyebilir miyiz?

Colomina’nın kitabını okumamıştım, merak ettim. Belki ek olarak şunu söylemek gerekir. Bilinçli sürece dönüşse dahi artık tam olarak aynı veriden söz etmiyor olabiliriz. Çünkü bilincin elementleri de hep bir değişim, dönüşüm içinde. Zihinsel sürecimiz bilince dönüşürken bedenimiz o an nerede, gözlerimiz ne rengi algılıyor, aklımızdan başka neler geçiyor, kesintiye uğruyor mu bu dönüşüm başka etmenlerle? Fotoğrafını çektiğimiz ile çekerken gözümüzün gördüğü de aynı olmayabilir demek istiyorum.



Duvar hem fiziki -somut- varlığıyla hem hafızamızın içindeki –soyut- görünmezliğiyle roman boyunca bulunduğu yerden hiç kıpırdamaksızın bir karakter misali karşımızda. Duvarın kendisinin bu somut yapısını ve aynı zamanda soyut halde olsa bile bilincimizi ketleyebilme gücünü konuşmak isterim sizinle.

Duvar en olumlu anlamıyla –evimizin duvarları gibi– kendi kişisel alanımızın sınırlarını imler. En olumsuz anlamlarından biri olarak da hapishane duvarları örneğini verebiliriz. Soyut anlamları ise sonsuz. En yalın haliyle iki insanın bir araya geldiği her durumda birbirimizi algılamakta kullandığımız kalıplar, sözcükler bir yandan da birbirimizi anlamamamıza, algılayamamamıza neden olur.



Uyumak ve uyanmak; romanın hem birinci bölümünde hem de ikinci bölümünde hatırlamanın ve unutmanın karşıtlığında olduğu gibi sıklıkla karşımıza çıkıyor. Uyku/uyanma döngüsünde ülke veya devlet belleği yerine toplum belleği, kişi benliği yerine her bir kişi/herkes çıkıyor karşımıza ve aslında, ikisi de yekpare bir benliği getirip karşımıza yerleştiriyor. Farklı yerlerde uyuyor veya uyanıyor olabiliriz ama devlet-toplum-kişi belleği yekpare bir bütünü oluşturuyor desem, ne dersiniz?

Kişiyi toplumdan ve devletten bağımsız düşünmek günümüz yaşantısında zor çünkü benliğimizi devlet tarafından konulmuş konulmamış kurallar ve düzenlemelerle biçimlendirilen toplum ile aile vb. katmanları kaçınılmaz biçimde etkiliyor. Uyumak ile uyanmanın bununla birebir bağlantısı var. Ölüm ve yaşamla da bağlantısı var bir yandan da. Gılgameş’ten bir alıntıyla açıklayayım: Uyku ile ölüm birbirlerine benzemiyor mu? Her ikisi de ölüm gibi görünmüyor mu? Böylece her uyanışa doğum diyebilir miyiz? En büyük sancımız ise her gün aynı sorumluluklara, aynı edinimlere, aynı toplumsal belirlenimlere uyanmak olabilir mi?



İsimsiz karakterimiz adı sanı bilinmeyen kentten kendi dünyasına döndüğünde bir eve değil de bir otele dönüyor. Romanın hiçbir aşamasında herhangi bir mekanın somutlaşarak romanın mekanlarından biri yapılmaması önemli olan mekanlar değil, önemli olan belleğimiz ve belleğimizi oradan oraya taşıyan bedenlerimiz konusunu düşündürüyor. Ve yolu, yolda olma halini de. Bellek-beden ve mekan olarak yol; aslında Kopuk romanının gözden kaçmaması gereken bu unsurlarını konuşmak isterim sizinle.

Sürekli yolda olma hâli bir kaçış olarak da nitelendirilebilir bir varoluş durumu olarak da. Bilmiyorum. Bir yandan da, giderken kendini de yanında götürme hikâyesini bilirsiniz. Dediğiniz gibi belleğimizi oradan oraya taşıyan bedenimiz mekânlardan ziyade her hikâyenin ana kahramanı. Ama zaman da var işin içinde. Deneyimler, anılar. Özetle beden ve bellek de hiçbir mekân değişikliğine maruz kalmasa da anbean değişiyor.



Anlattığınız hikâyelerin ister öykü türünde yazmış olun isterseniz roman, kurgularından ziyade anlatım öne çıkıyor. Metinlerinizde ilk karşılaşmada tek düze, düz bir çizgide ilerleyen anlatım duygusu var sanki ama katmanların kendine özgü oluşması çağdaş edebiyattaki yerinizi önemli kılıyor. Anlatımınız ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Yarı sezgisel yarı matematiği olan bir biçem vardı aklımda Kopuk için, onu uygulamaya çalıştım. Tam olarak söylediklerinizdi bu biçemle amaçladığım, becerebildiysem ne mutlu bana.



Neredeyse iki yıldır süren bir pandemi dönemi içerisindeyiz. Bundan sonra yazılacak metinlerde çağdaş edebiyatın dilini, anlatımını nasıl etkileyecek bu durum sizce?

Fikrim yok. Nasıl bir etkisi olacaksa da bunu hemen beklemek doğru olmaz. Yazın süreç gerektiriyor çünkü.


KOPUK

Sine Ergün

Can yayınları, 2021

80 s.

bottom of page