Uzak Değil: “Olağan” Öyküler
"Hiçbir şey birdenbire olmadı. Yavaş yavaş, bazen göz göre göre, dolup taşınca da, evet aniden oluverdi." Eylem Ata Güleç’in ikinci öykü kitabı Uzak Değil, tıpkı ilk kitabı Boşlukta Büyüyen gibi aslında uzakta yaşanmayan bize dair hikâyeleri gün yüzüne çıkarıyor. Yetgül Karaçelik yazdı.
Yetgül Karaçelik
On üç öykü, her öykü içinde onlarca hikâye barındırıyor. Bu hikâyeleri birbirinden koparmak, ayrıştırmak mümkün değil. Çünkü hikâyeler, neredeyse bir asırdır abluka altına alınmış bir kentte, kadim şehir Diyarbakır’da geçiyor. Söz konusu mekân koca bir kent ve ülkenin doğusu olunca öyküler gittikçe derinleşiyor, çünkü namlunun ucu sadece sokaklarda gösteri yapan, slogan atan ya da sisteme itiraz edenleri değil, bu kadim şehri de hedef almış durumda. Evler, sokaklar ve mahalleler yerle bir olurken “insan”, en gizlenmek istediği zamanlarda bile çırılçıplak gerçekliğiyle gözler önünde. Bu gerçeklik aslında hiçbirimize Uzak Değil, öyküler yakın tarihi ele alırken, kendi içinde geçmişe de gidip geliyor. Hiçbir şey birdenbire olmadı. Yavaş yavaş, bazen göz göre göre, dolup taşınca da, evet aniden oluverdi. Eylem Ata Güleç’in ikinci öykü kitabı Uzak Değil, tıpkı ilk kitabı Boşlukta Büyüyen gibi aslında uzakta yaşanmayan bize dair hikâyeleri gün yüzüne çıkarıyor. Boşlukta Büyüyen’i okuyanlar yeni kitabın neredeyse bir öncekinin devamı olduğunu fark edeceklerdir. Öyküler, şimdiki zamanının içinden geriye doğru giderek şimdiyle ve gelecekle hesaplaşıyor.

Duvarlar yıkılırken
“Hava kararınca sokağa çıkma yasağı başlayacaktı. Biz zaten sokakta sayılırdık. Evlerin çoğunun duvarları yıkıktı. İki haftadır duvarsız evlerdeki herkes sokakta sayılırdı.” İncirin İnancı adlı öykünün hemen başlarında okuduğumuz bu satırlar, öykünün ilerleyen sayfalarında giderek dramatik bir hal alıyor. İlk anda kentsel dönüşüm ve kentsel dönüşümle birlikte elde edilen ekonomik rant çağrışımlarını bulacağımızı ya da bu çıkarıma ulaşacağımızı sanıyoruz. Ancak, yine bu yıkımlara değinen Hayali Kırıntılar, Yeni Bağlar, Rüzgâr Eserse öykülerinde karşılaştığımız, yazarın öyküsünün merkezine aldığı önceliğin iktidar ve rant sorunu olmadığını fark edebiliyoruz. Çünkü yıkım, coğrafi bir kadermiş gibi bizi mezarlıklara, deliliğe, rüyalara itiyor. Bir miras gibi aynı sonun tekerrürü halini alıyor yaşananlar. Zübeyde, yıllar önce öldürülen kardeşi İbrahim’in adını oğluna veriyor ve geçmişteki gibi şimdiki zamanın İbrahim’i de dayısıyla aynı sonu paylaşıyor. Dolayısıyla kent, yenilenir gibi görünse de dönüşmüyor aslında, aksine geçen zaman sadece değişmeyen bir şeylerin olduğu gerçeğini sert bir şekilde yüzümüze çarpıyor.
Yağmalanan bu kentin yıkıntıları içinden çıkamayan ‘kahramanlar’ ne galiptir, ne yenik. Güleç’in öykülerinin büyük harflerle konuşmayışına benzer bir ‘oluş’ halidir yaşananlar, öyküler bu oluşa denk bir vakarı gözler önüne serer. Kahramanlarıyla birlikte okurları da, bazen susuşa yakın bir vakara, derin nefes almaya çağırır. Öyle ki bu diyarda iddialı, büyük laflar sevilmez. Kent yeniden inşa edilse bile bu kentte yaşayanlar aynı insanlar olacak mıdır ki, ‘oluş’a dair kesin ve katı sözler söylenebilsin? Donmuş kelimeler, kentin yıkıntılarının altında kaynayan magma uçlarında eriyip yitmiştir.