top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Çılgın yönetmenin, çılgın yürüyüşü

Peyman Ünalsın Gökhan, kurgu ile gerçeklik arasında buğulu geçişleriyle seyircisini arafta bırakan, kurmaca ve belgesel filmleriyle ünlü Werner Herzog'un Buzda Yürüyüş kitabı üzerine yazdı: "Werner Herzog deliliğinin sınırlarını set dışına taşıyor."

Peyman Ünalsın Gökhan


Sebep, anlam ve kıssadan hisse gibi farklı bağlamlarda ilham kaynağı olabilecek Buzda Yürüyüş, sinemanın edebiyatla raksını gözler önüne sermesi açısından ilginç bir okuma deneyimi.


Kasım 1974’te, sürpriz bir şekilde bahar kadar güneşli bir günün sabahında, Yeni Alman Sineması’nın öncülerinden yönetmen, senarist, yazar, oyuncu ve opera yönetmeni Werner Herzog, Paris’teki bir arkadaşından bir telefon alır. Yakın arkadaşı, mentörü Lotte Eisner çok hastadır ve ölüm döşeğindedir. Eisner, Alman sinemasını büyük bir kayba sürükleyemez, yok şimdi olamaz. Sıkıntı ve çaresizlikle elini alnına götürür. Penceresinin sövesindeki bir çınar yaprağının uçarak aşağıya, bahçeye indiği süre kadar kısa, kısacık bir an düşünür. Hattın diğer ucundaki arkadaşına teşekkür eder ve ahizeyi yerine bırakır.



Fazla bir şeye ihtiyacı yoktur; sırt çantasına koyacağı birkaç gerekli eşya, bir pusula ve kuzeyin soğuğuna direnecek ceketi ile 23 Kasım’da yola çıkar. Yeni ve sağlam çizmeleri yola dayanacak, Lotte Eisner de yaşama. Evet, Herzog kendince bir totem yapmıştır. Münih’ten Paris’e yürüyerek gidecek ve arkadaşının hayatta kalmasını sağlayacaktır. “O buna cesaret edemez! Etmemeli. Etmeyecek. Paris’e vardığımda hayatta olacak. Ölmemeli. Belki daha sonra, izin verdiğimizde, ölebilir,” diyerek Lotte’nin ölüm döşeğinde olduğunu kabullenemez.

Bir ayrık otu gibi gördüğü kendisiyle baş başa kalacağı, insanlardan uzak olacağı bu yürüyüşe hazırdır.


Geçtiği tarlalardan, bu sefer üzerinde otomobil kullandığı değil de, olağanın dışında, yürüdüğü otobandan notlarını yazar küçük defterine. Oğlunun minik eli girer sahneye, avucuna bir sıcaklık bırakır ve çıkar.


Herzog’a göre hayat, filmlerden daha gerçek değildir. II. Dünya Savaşı’nın göbeğinde doğan, çocukluğunu Bavyera köylerinden birinde, oyuncaksız, hatta yaşamlarını kolaylaştıracak telefon, çeşmeden akan su, çalışan bir tuvalet olmadan geçiren Herzog için hayatın gerçekliği, on yaşındayken onları terk eden babasının gidişiyle sona ermiştir.


“Dili yanmayanın tabanları yanarmış.” Yürüdüğü birkaç kilometre ayak tabanlarının canına okur. Yemek yemek için girdiği handa belleği geçmişe döner. Evin önünden yorgun argın geçen asker taburu canlanır gözünde.


Dumanı tüten gübre yığınları arasından tarlada gazete yakan köylü adamı görür. Bir köpeğin ağzından buhar çıkar.


Sis, kar, yağmur, çamur, buz gibi havada, pastoral manzaranın her enstantanesi ile zihnini besleyip, anılarıyla eşleşen karelerden öne çıkanları aktarır.


Yürümek, üzerinde çokça düşünmeden alınan bir karardır. Ne kadar zor olduğunu birkaç kilometrenin sonunda idrak eder. Ama en zoru uyuyacak yer bulmaktır. Kâh bir kilisede kâh hiç tanımadığı, tamamlanmamış bulmacalarla kafasında imgeleşen bir karakterin evine izinsiz girmek koşuluyla yatacak yer bulur. Bulmacayı tamamlayıp öylece bırakır masada. Ev sahipleri kulağını çınlatsınlar ister. O gece evlerinin kralı, izin almadan dolaptaki biralarını içen, koltuklarına sere serpe uzanan, tuvaletlerine işeyen hiç tanımadıkları biridir. Yattığı yerlere sıra dışı imzasını bırakır Herzog. Bazen de Tanrı misafiri gibi onu evlerinde ağırlayan bayanlar olur. İşte o zaman bir biranın yanı sıra sıcak bir banyoya da kavuşur.


Ayakları çoktan isyan bayrağını çekmiştir. Yara bantlarıyla dizginlemeye çalışır onları. Parmaklarındaki küçük baloncuklar beynindeki görme merkezine sinyaller yollar. Sürrealist tablolar canlanır buğday saplarında salınan evleri gördüğünde.


Yolculuğunun üçüncü gününde aldığı notlarda, çevrede gözlemlediği pek çok detayda dini semboller gördüğünü yazar. Totemine inancını yitirmemesi, yürüyüş amacının yorgunluğa, bedensel başkaldırıya yenilmemesi adına, ateistliğinin yüzüne vurduğu soğuk su gibidir önüne serilen bu semboller. Sonra bir gün nakavt olur tabanlarının ağrısından. Bir adamın arabasına biner. Kısa bir süre arabanın ön koltuğunun keyfini çıkartır ama totemi alttan bir çekiç darbesi ile inancının bel kemiğine dokunur. İner ve yürümeye devam eder.


“Gökkuşağı gibi, turnalar yürüyen için bir metafor.” Yalnızlığının durdurulamayan çığlığını, turnaların kanat çırpışlarındaki ahenkle susturmaya çalışır. Lotte Eisner’e adanmış ama kendi içine döndüğü bir yolculuk olur bu.


14 Aralık’ta Eisner’in yanına vardığında arkadaşı hayattadır ama yorgundur ve hastalığın izlerini taşır. Herzog, Eisner’in kendisine uzattığı koltuğa yorgun ayaklarını uzatır. “Birlikte, dedim, ateş pişirip balık söndürmeliyiz.” Eisner’in zarifçe gülümsemesinden yürüyerek geldiğini bildiğini anlar Herzog. Ölümüne yorgun bedeninden son günlerin en tatlı hissi akıp geçer.


Son Söz yerine Herzog’un, Lotte Eisner’e 12 Mart 1982’de Helmut Käutner Ödülü verilmesi üzerine düzenlenen gecede yaptığı konuşma ile sona erer bu sinematografik kitap.


“Lotte Eisner, sizi yüz yaşınızdayken aramızda görmek istiyoruz ama bu an itibariyle sizi tutan bu korkunç tılsımı çözüyorum. Ölebilirsiniz.”

Herzog’un tılsımı bozduğunu söylediği geceden yirmi ay sonra Lotte Eisner hayatını kaybeder.


Biz okurlar ise bu sıra dışı yönetmenin hac yolculuğunun, sinema karelerini aratmayan efsunlu anılarıyla kanatlanırız.


BUZDA YÜRÜYÜŞ MÜNİH PARİS

Werner Herzog

Jaguar Kitap, 2016

Çeviri: Ali Bolcakan

Editör: Hakan Toker

106 s.

bottom of page