top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıSemrin Şahin

Yaratıcılık Ritüelleri 2 Polat Özlüoğlu: "Öykü yazmak bir serüven, bir yolculuk gibi geliyor bana"

Litera Edebiyat yeni yılda yazarların yaratıcılık ve yazma ritüelleri üzerine bir söyleşi serisine başlıyor. Semrin Şahin'in hazırladığı söyleşi serisinin ikincisinde konuğumuz bu yılın Haldun Taner Öykü Ödülü'nün sahibi Polat Özlüoğlu. Keyifli okumalar ve bol ilhamlar dileriz.



Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Yazmaya başlamadan önce, uzun zamandır tek yaptığım ritüel kendimi sokağa atmak, evden dışarı çıkmak, kalabalığa karışmak ve yürümek. Sonunda elimde defter ve kalemle bir kahvehaneye ya da kafeye oturup kulaklığımı takıp yazmaya başlıyorum. Aklıma ne gelirse deftere karalıyorum ve genelde öykü formatında bir şeyler ortaya çıkıyor. Uzun uzun kafamda karakterleri, olay örgüsünü döndüren, bununla günlerce yatıp kalkan biri olmadığım için masa başına geçtiğim anda ilk aklıma geleni yazıyorum ve sonunu getirmeden de asla defteri kapatmıyorum. Kaç saat sürerse sürsün öyküyü bitiriyorum. Eğer yarım bırakırsam arkasını bir daha getiremeyeceğime inanıyorum.


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Bugüne kadar hiç yaratım tıkanması yaşamadım. Ne zaman bir şeyler yazmaya niyetlensem bir öykü mutlaka ortaya çıkıyor. Defteri, kalemi elime almam yeterli geliyor uzun zamandır.

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Çalışırken elbette mesai saatleri engel teşkil ediyordu, aklınıza gelen bir şeyi not almak zorunlu hale geliyordu unutmamak, hatırlamak için. Küçük bazı ipuçları ya da öyküye dair kırıntılar karalıyordum küçük not kağıtlarına. Bankada çalışırken maalesef kendinizi unutuyorsunuz, o yoğunluğun ve stresin baskısı pek çok şeyin önüne geçiyordu. Başka bir şey düşünmek ya da hayal etmek mümkün olmuyordu. Tabii bunlar artık geride kaldı, işten azade olunca çok şey değişti. Artık istediğim saatte istediğim şekilde yazı yazabiliyorum.

 

Yazmaya başladığınızdaki dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Yazmaya başladığım dediğim süreç aslında yazdıklarıma öykü ismini verdiğim zamandır. Ondan epey önce orta-lise ve üniversite eğitimim zamanında da bir şeyler karalıyor, metinler yazıyordum, adını koymadığım karalamalar. Ancak on küsur yıl önce yazdıklarımı öykü olarak isimlendirmeye başladım. Her zaman ilk günkü gibi heyecanla ve tedirginlikle yazmaya başlıyorum. Bu heyecanı kaybetmemek gerektiğine inananlardanım. Yazdığım metnin sayfalar ilerledikçe kendiliğinden bir öyküye dönüşmesi, usul usul karakterlerin, olay örgüsünün ve kurgusunun belirginleşmesi, atmosferin ve mekânın yavaşça derinleşmesi, sonunun sayfalar biterken birdenbire ortaya çıkması fikri cazibesini koruyor hâlâ. Öykü yazmak bir serüven, bir yolculuk gibi geliyor bana.

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Genelde öğleden sonra ya da gece yarısından çok daha sonra yazmaya başlıyorum. Öyküyü bitirene kadar devam ediyorum güne ya da geceye. Öyküyü yazdıktan sonra asıl mesaim başlıyor. Öykünün düzeltilmesi, değiştirilmesi, dönüştürülmesi, geliştirilmesi, dil işçiliği vb. çalışmalarımı genellikle gece tek başına olduğum saatlerde yapıyorum. Yazarken değil ama yazmaya başlamadan önce elimin altında olan bazı öykü ve şiir kitapları var. Didem Madak, Birhan Keskin, Murathan Mungan, Turgut Uyar, Yusuf Atılgan, Füruzan, Sevgi Soysal, Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Borges, Marquez, Cortazar yakın durduğum yamacımda yöremde tuttuğum yazarlar ve şairlerden ilk aklıma gelenlerdir.

 

Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Hayır, yok. Çok sevdiğim şiirler, öyküler, romanlar var elbette, hayranlıkla okuduğum kitaplar, gıpta ettiğim hayali kahramanlar, sevdiğim kurgu dünyalar mevcut. Ama keşke ben yazsaydım dediğim bir eser olmadı hiç. Bu duyguya en çok yaklaştığım bir kitap oldu bugüne kadar o da Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ndeki Zebercet karakteri. Yine de ben yazmış olmak istemezdim. Beni heyecanlandırmış, haz vermiş, bir şeyler yazma isteği uyandırmıştı kitap.

コメント


bottom of page