Mutlu Vadi ya da Mutluluk Vaadi
- Nilay Kaya
- 15 Haz
- 9 dakikada okunur
Nilay Kaya bu hafta Litera Edebiyat için queer edebiyatın ve feminist direnişin öncülerinden biri olarak anılan Annemarie Schwarzenbach’ın “İranda Ölüm” adlı özkurmaca metnini masaya yatırıyor. Üstelik de Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı romanıyla karşılaştırarak. “Yolculuğu, seyahati seçmeleri; yolda olma deneyimini bugün adına özkurmaca dediğimiz bir anlatı formunda yazıya dökmeleri onları yazınsal bir kız kardeşlik damarında buluşturuyor.”

Annemarie Schwarzenbach (1908-1942), İsviçreli bir yazar, gazeteci, fotoğrafçı ve gezgindi. İpek dokuma fabrikalarının sahibi olan zengin bir ailede doğmasına rağmen, yaşamını sınırları zorlayarak geçirdi: Açıkça yaşadığı lezbiyenliği, androjen tarzı ve Nazi karşıtı mücadelesiyle dönemin normlarına meydan okudu. İran'dan ABD’ye, Türkiye’den Kongo’ya uzanan seyahatlerinde çektiği fotoğraflar, yaptığı röportajlar ve farklı türlerde yazdığı yazılar, 20. yüzyılın çalkantılı siyasi atmosferine tanıklık etti. Thomas Mann'ın çocuklarıyla – özellikle Erika ve Klaus Mann'la – derin bir dostluk kurmuştu. Bu ilişki, hem kişisel hem de entelektüel bir bağdı ve 1930'ların Avrupa'sının sarsıcı siyasi ortamında şekillendi. Schwarzenbach, Mann ailesiyle İsviçre'de ve Münih'te sık sık bir araya gelirdi. Klaus Mann'la (Thomas Mann'ın oğlu) özellikle yakındı; ikisi de eşcinsel kimlikleri, edebiyat tutkuları ve Nazi rejimine karşı duruşlarıyla birbirlerini anlıyordu. Klaus Mann'ın Mephisto gibi eserlerinde görülen toplumsal eleştiriler, Schwarzenbach'ın gazeteciliğinde de yankı buluyordu. Annemarie Schwarzenbach, Klaus Mann'ın kurduğu, 1933-1935 yılları arasında yayımlanan meşhur "sürgün edebiyatı" dergisi Die Sammlung'a seyahat yazıları ve denemeleriyle katkıda bulundu. Bu dergi, Nazi rejiminden kaçan Avrupalı yazar ve sanatçılar için önemli bir platformdu. Thomas Mann'ın kızı Erika Mann'la ise tiyatro ve politik aktivizm üzerinden güçlü bir bağ kurmuştu. Erika Mann'ın anti-faşist kabare grubu Die Pfeffermühle'ye destek verdi, hatta ABD'ye sürgün yıllarında Mann ailesiyle yakın temasını sürdürdü. Thomas Mann, çocuklarının arkadaşı Annemarie ile tanışmasından sonra günlüğünde onun için "verödeter Engel" (harap melek) ifadesini kullanmıştı. Oğlu Klaus Mann'a yazdığı bir mektupta ise "Dieser Engel ist von innen verbrannt" (Bu melek içten yanmış) diyerek, Annemarie'nin yeteneğine ve çekiciliğine hayran olsa da başta uyuşturucu bağımlılığı olmak üzere onun kendini tüketen yaşamından duyduğu rahatsızlığı dillendiriyordu, belki kendi çocuklarıyla ilgili taşıdığı kaygıyı da.
Annemarie Schwarzenbach, 1935 yılında Fransız diplomat Claude Clarac ile evlendi, ancak bu birliktelik geleneksel bir evlilikten çok, dönemin siyasi ve kişisel koşullarına yönelik stratejik bir hamleydi. Schwarzenbach, eşcinsel kimliği ve anti-faşist duruşu nedeniyle Avrupa'da seyahat ederken sık sık engellerle karşılaşıyordu. Fransız diplomat Clarac ile evlenerek Fransa pasaportu aldı ve Nazi tehdidinden uzaklaşmak için kendine yasal bir koruma sağladı. Varlıklı ve muhafazakâr ailesi (özellikle annesi Renée Schwarzenbach), onun lezbiyen ilişkilerini ve 'asi' yaşam tarzını onaylamıyordu. Bu evlilik, ailesine sembolik bir başkaldırıydı. Clarac da açık eşcinseldi ve ikili evliliklerini bir "dostluk kontratı" olarak gördü. Aynı evi paylaşmadılar, hatta Annemarie Schwarzenbach evlendikten sonra da sevgilisi olan kadınlarla ilişkilerini sürdürdü. Clarac, ona Ortadoğu ve ABD seyahatlerinde diplomatik bağlantılarını kullanarak yardımcı oldu. Örneğin, Schwarzenbach 1939'da Afganistan'a yaptığı yolculukta Fransız elçiliğinin desteğini aldı. İkili, 1942'de, Schwarzenbach'ın ölümünden kısa bir süre önce bu "lavanta evliliğini" sonlandırdı. 34 yaşında geçirdiği bir bisiklet kazasından sonra hayatını kaybeden Schwarzenbach, günümüzde queer edebiyatın ve feminist direnişin öncülerinden biri olarak anılıyor.

Givenchy 2019 İlkbahar / Yaz koleksiyonunun ilham perilerinden biri oldu, 1930'ların maskülen ve androjen tarzının ikonik bir temsili haline geldi. 2001 yılında, kendisi gibi İsviçreli yazar, gezgin, fotoğrafçı ve sporcu Ella Maillart ile Cenevre'den Kabil'e bir Ford Deluxe'le yaptıkları yolculuğu konu alan Die Reise nach Kafiristan (Kâfiristan'a Yolculuk) adında, Donatello Dubini ve Fosco Dubini'nin yönettiği bir film çekildi. Véronique Aubouy imzalı, 2015 yapımı Je Suis Annemarie Schwarzenbach (Benim Adım Annemarie Schwarzenbach) adlı film ise hakiki bir "ikona saygı duruşu" niteliğinde: Filmde, Paris'te bir film seçmelerinde genç aktrisler (ve aktörler), Annemarie Schwarzenbach'ı canlandırmak için mücadele ediyor. 30'ların sonunun bu ikonik ve tartışmalı figürünün, "kayıp kuşağın" çocuğunun, anti-faşist ve eşcinsel bir kadının rolüne hazırlanırken, oyuncular onun hayatından sahneleri canlandırıyor, fotoğraflarındaki pozlarını taklit ediyor, kendi yaşamlarını onun büyüleyici ve ikircikli kişiliğinin prizmasından çekip alarak anlatıyor. Ortaya çıkan portre, hem biricik hem çoklu, hem kamusal bir biyografi hem de öznel; yavaş yavaş, yeniden inşa edilen, kolektif bir figür beliriyor. İşte 2020'ler böyle keşfediyor Annemarie Schwarzenbach'ı...

Ne mutlu ki Schwarzenbach, Türkçeye 2020'lerden önce zaten çevrilmişti. Bu yazının konusu, 2009 yılında Melike Öztürk tarafından Türkçeye başarıyla kazandırılan (İkaros Yayınları), maalesef yeni baskısı olmayan İran'da Ölüm. Schwarzenbach'ın 1935 yılında İran'da geçirdiği döneme dair bir anlatı bu. Önce 1939'da bir gezi anlatısı ve rapor olarak yazılıyor, daha sonra, Das glückliche Tal (Mutlu Vadi) adıyla bir romana dönüşüyor. Bu arada metnin yeni bir Türkçe çevirisinin Tevfik Turan tarafından yapıldığını ve kitabın Everest tarafından 2024 yılında yayımlandığını belirtelim.
Önce "İran'da Ölüm" başlığına bakalım. Schwarzenbach'ın yakın arkadaşlarının babası, edebiyat titanı Thomas Mann'ın ölümsüz kahramanı Gustav von Aschenbach'ın Venedik'te ölümü geliyor akla. Ama bu defa Batılı protagonist Venedik'ten daha egzotik bir diyara, Doğu'ya gidiyor. Adını bilmediğimiz ben anlatıcı, İran'da bir "Farangi", (Doğulu için başlangıçta Frankları ifade eden, daha sonra genel olarak Batı veya Latin Avrupalıları kastetmek için kullanılan Farsça kelime) ve yer yer ölümle boğuşuyor. Başlıca mekânı Demavend Dağı önünde bir vadi olan anlatı boyunca kahraman yakalandığı hastalıklar nedeniyle ölümle yüzleştiği gibi bu topraklarda âşık olduğu insanın ölümüyle de baş etmek zorunda kalıyor.
Birbirleriyle konuşan metinler
Özkurmaca (autofiction), gezi, deneme, roman gibi farklı edebi türleri içermesi, dahası problemleri ve bakış açılarıyla ortaklıklar sergilemesi bakımından Tezer Özlü'nün Yaşamın Ucuna Yolculuk'unun yanına konabilecek bir metin var karşımızda. Tezer Özlü bu kitabı ilk kaleme aldığında başlığı "Bir İntiharın İzinde" (Auf den Spuren eines Selbstmords, 1982) idi. Kitabı Türkçeye çevirip yayımlarken başlığı "Yaşamın Ucuna Yolculuk" şeklinde değiştirdi. Derslerde öğrencilerle bu başlığı değiştirme mevzunu ve bu değişikliğin anlatı üzerindeki etkisi üzerine her defasında tartışırız. Genel kanı aşağı yukarı şuraya çıkar: İlk başlık bu metnin sadece intihara ve ölüme dair olduğunu düşündüren, sınırlayıcı ve karanlık bir başlık. Oysa "yaşamın ucu", yaşam çizgisinin her sınırına gidip geliyor; daha kapsayıcı, daha sınırsız ve siyahtan başka renkler vaat ediyor. Keza metnin kendisi gibi; yer yer ölümü, yer yer yaşamı kucaklayıcı. Schwarzenbach'ın başlık değiştirmesinde de benzer bir tutum var çünkü bu metin sadece ölüme dair değil, yaşamın kendisine dair. Yeni başlıktaki "Mutlu Vadi" ölüme bir geçit olabileceği gibi pekâlâ yaşama yeniden dönüş de olabilir. Kahraman, vadiyi şu şekilde tanımlıyor:
"Bütün yolların sonundaki bu vadiye kaçtım. Yüksek dağlarla dünyadan ayrılmış, çevrilmiş, korunmuş huzurlu vadi... Geceleri soğuk, Göksel koruyucu ise 'Demavend'dir" (s.130).
"Yaşamın ucuna" gelinen bu vadi, kahramana kendi olağan ve olağanüstü yaşamını çağrışımlara ve yer yer geçmişe dönük bir şelale anlatısı olarak sunma imkânı veriyor. Kahraman, "bir dev, doğmamış, dokunulmaz, göklerin oğlu", "göksel bir arılıkta ışıldar" dediği Demavend Dağı eteğinde, tıpkı Yaşamın Ucuna Yolculuk'un anlatıcısı gibi uzaklardayken hayatının muhasebesini yapıyor, en uzağa gittikçe en "eve dair" olan üzerinde düşünüyor. Tezer Özlü'de Berlin duvarlarına bakmak, Türkiye'nin taşrasının ve kentlerinin çeşitli duvarlarına bakmaktan farksız bir deneyimdi, anlatıcı gittiği yabancı diyarda evi deneyimliyordu, hatırlayalım:
Bu evin geniş odaları. Hangi evlerin hangi duvarlarını anımsatıyor. Gece, Berlin’deki bu düz duvardan oluşmuyor. Anadolu evlerinin tahta üzerine sıvanmış duvarları. Sıkıcı kentleri, zamanın duruşunu ve çocukluğun korkularını anımsatan duvarları. Büyük Avrupa kentlerinin müze duvarları, galeri duvarları. Ölü duvarlar. İnsanın soluğunu daraltan duvarlar. Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı. Kent sokaklarında çıkan her benlik değiştirilmiş, takınılmış bir kişilik değil mi. Duvarlar gerisinde en çok kendimiz olmuyor muyuz. En çok duvarlar arasında direnmiyor, en çok duvarlar ardında duymuyor muyuz. Duvarlar ardında bu doyumsuz yaşamdan soluklar alarak ve alamayarak ayrılmayacak mıyız. [...]
Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin, önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları (Özlü 11-12).
Schwarzenbach'ın anlatıcısı da Tahran'da, İsfahan'da, bozkırlarda, Hazar Denizi kıyılarında Avrupa'yı ve evi çağırıyor, sorguluyor: "Sılaya çıkan yollar -ki bu sözcüğün üzerinde durmayı hiç istemem- yalnızca anılara çıkan yolların uzatılmışı" (s.16) diyor. Yer yer Batı dünyasının âdetlerine karşı tavır alıyor. Haçlı seferlerinin ardılları olarak nitelendirdiği Doğudaki misyoner rahipler ve Batılı arkeologlar ona göre Doğu'yu sömürme ve talan etme konusunda adeta yarış halindeler. Anlatıcı, yüzünü Doğu'dan Batı'ya dönerek eleştiriye soyunuyor:
Ve yola çıkıyorum. Kurtuluş! Kurtuluş! Elimizde kalan tek özgürlük! İsim vermedim, geceyi nerede geçiririm onu da bilmiyorum. Uyarılarınız, cezalarınız, vergi evrakınız bana ulaşmayacak. Önerileriniz size kalsın, ardından gidemeyeceğim onların. Ve yeni bir dil öğreniyorum. Aklımı mı kaybettim? Otuz yılını parmaklıkların, kilitlerin ardında geçirmek istemeyen soluğu başka yerde almakla en iyisini yapar: Yeni topraklar var, yeni diller, sağlam evlerde oturmayan başka halklar. Göğün altında, yüzlerini ava çıkış nedenlerinin çıplak zeminlerine bastırmış, atlarının yanında uyuyanlar.
Kendimi kurtarmam gerektiğini aklıma getirmemeliyim, unutmam gerekiyor. Kiliselerinizden çıktığımı, duruşma salonlarınızdan, hastanelerinizden. Dünyevi bir güce dayandığımı, göksel olanının huzurunda cezamı çektiğimi, açıklamaya ve cevaplamaya hazır olduğumu. Öğretim kürsülerini ve kalem odalarını, eczanelerdeki kokuları, müzelerdeki tozları, sanatoryumların sağaltan havasını unutmam gerekiyor. Aralıksız tepinen makineleriyle geceleri apaydın ışıklandırılan gazete matbaalarını. Cam hücrelerin ardındaki sansür yetkililerini. Sıcaklığını seraların, kuluçka makinelerini, Amerikan kentlerindeki otel odalarını. İki yanında ağaçların dizili olduğu gölgeli yolları, Napolyon'un kavaklarını, milli parktaki bakımlı yolları, çocukluğa dair yolları unutmam gerekiyor. Ve daha birçok şeyi. (Schwarzenbach 73).
Kahraman ancak bunları yaptığında algılarının değiştiğini hissediyor. İçinde yaşadığı dünyanın düzeneğine karşı aldığı sorgulayıcı tavrın ve o dünyadan uzaklaşmak isteğinin bir benzerini Yaşamın Ucuna Yolculuk'un anlatıcısında da görüyoruz:
Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmî kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum. (Özlü 37).
Yolları İsviçre'de kesişen, (Tezer Özlü hayatının son yıllarını Zürich'te geçirmiş, hayatını burada kaybetmişti); aynı dilde yazan bu yazarlar farklı zaman dilimlerinde yaşadılar. Annemarie Schwarzenbach 1942'de hayata veda etti, Tezer Özlü ise adeta onun bıraktığı yerden, 1943'te doğdu. İçinde yaşadıkları dünyaya ve o dünya içindeki kimliklerine dışarıdan ve yabancı diyarlardan bakışları dikkat çekici derecede benziyor. Yolculuğu, seyahati seçmeleri; yolda olma deneyimini bugün adına özkurmaca dediğimiz bir anlatı formunda yazıya dökmeleri onları yazınsal bir kız kardeşlik damarında buluşturuyor.
Der Himmel über Iran(1): Bozkır melekleri
Annemarie Schwarzenbach'ın özgür ve şanslı olduğu pek çok konu da var şüphesiz. Yaşamını neyle meşgul olarak geçireceği konusunda tercih hakkı, maddi imkanları olmuştur. İran'da Ölüm'ün anlatıcısı, Doğu'ya yapmak istediği seyahatlerin amaçlarını ve dayanaklarını geliştirme imkanına sahiptir. Arkeoloji Enstitülerinin bünyesinde, uzaklardaki ilk adresi İstanbul olmak üzere, İskender güzergâhındaki kazı yerlerinde, Asya viraneliklerinde bulunuyor. Mutlu vadisinin eteğinde tefekkürdeyken anlatıya İstanbul, Kayseri, Konya, Ankara, Çatalhöyük, Hatay çağrışımları da dahil oluyor. İlk kez İran'dayken uçmayı istediğini söylüyor, uçakla değil. Reyhanlı arkeolojik kazıları sırasında, proto-drone bir teknik ortaya koyarak: "Kamerayı bir balona bağlayıp halkların öyküsünü resimleyeceğiz." (s.54) diyor.
"Rosinante" değil ama "Baht" adlı atının üzerindeki kahraman, bazen kendini Don Kişot gibi görüyor ama yeri geldi mi, özellikle hastalık sanrılarının ortasında yel değirmenlerinden daha habis canavarlarla boğuşuyor. İnsanın içindeki ecinnilerle mücadelesini anlatmaya girişme konusunda tam bir modernist kesiliyor, zira çok sevdiği Rilke gibi dilin imkanları, imkansızlığı ve yetileri üzerine sorgulamalarda bulunuyor.
Anlatıcı, İran'da Türkiye'nin Tahran Büyükelçisinin kızı olan Jale'ye âşık olduğunda anlatının tonu Hölderlin idealizmine ve romantizmine dönüşüyor. Hyperion'un Diotimas'a duyduğu aşk ve mektuplarında ona hitap etme şekli, dahası Hyperion'un homoerotik bir ilişki yaşadığını söyleyebileceğimiz Alabanda'ya olan aşkı ve mektupları, Schwarzenbach'ın anlatısında yankısını buluyor. Hyperion'un artık kaybolmuş bir Yunan dünyasına duyduğu nostaljiyi andırır bir şekilde, buradaki anlatıcı da Demavend Dağı ve mutlu vadisini, "Sırların koruyucusu toprak ana" ile özdeşleştiriyor, "toprağın gizli kalmış enerjisiyle sarmalandığını" pagan bir coşkuyla duyumsuyor. Vadide gezinen melekler görüyor. Bu melekler, anlatıcının aşkı Jale'nin hastalık nedeniyle ölmesinin habercisi gibi. Bir gece çadırında yatarken içeri bir melek giriyor. Melek gerçekten Jale'nin ölüm haberini getiriyor, öte yandan kendisi de hastalıkla boğuşan kahramanı ölüme götürmeye gelmiş bir hali de var. Meleklerin kadim görevlerinden birini reddederek kahramana "Ben senin koruyucun değilim" diyor. Keza o bu diyarlarda yaşayanların koruyucusu. Sonra melek, kahramana "Neden yazıyorsun?" diye soruyor ve ölüm, yaşam, yazı üzerine bir tartışmaya giriyorlar. Bu bölüm, Ingmar Bergman'ın Yedinci Mühür'ü, Wim Wenders'ın Berlin Üzerinde Gökyüzü adlı filmlerinde kusursuz örneklerini gördüğümüz melek/lerle ve onlar üzerinden yapılan varoluşçu sorgulamalarla benzer bir zihinsel ve estetik duyarlılığa sahip. Ve sorular derinleşiyor: Çadırda geçen bu sarsıcı gecenin ertesi gününde anlatıcı hangi yola koyulacak? Mutlu Vadi, öteki tarafa gideceklere mi bir geçit yoksa ölüp dirilen ve yoluna devam edenlere mi? İran'da Ölüm, cevaplardan çok sorularla ilgilenen okuyucusuyla buluşmayı bekliyor.
Kaynakça
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, İstanbul: Yapı Kredi, 2015.
(1) İran Üzerinde Gökyüzü
İRAN'DA ÖLÜM
Annemarie Schwarzenbach
İkaros Yayınları, 2009
Çeviri: Melike Öztürk
152 s.
Comments