top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Parmenius’un tanıklığında bir öykü [1]

Baran Barış, 2022 Kasım’ında yayımlanan Kitap-lık dergisindeki “Dere Döndü” adlı öyküsü odağında Ayla Kutlu edebiyatı üzerine yazdı: "Adeta bir roman kahramanı gibi karşımıza çıkan doğa, yazarın yapıtlarının bir başka önemli meselesi olan tarihle koşut biçimde metinleri yapılandırır çoğunlukla."


Doğa ve tarih, Ayla Kutlu’nun roman ve öykülerinin kurucu öğelerinin başında gelmektedir. Sonsuz bir yaşam ve iktidar arayışının anlatısı olan Gılgamış Destanı’nın yeniden yazımı iki yapıt yazan Kutlu, 1994’te yayımlanan Kadın Destanı adlı destan-romanında kaynak metinde yan anlatı kişisi olarak yer alan, adsız sokak kızını anlatının merkezine alır. Bu yapıt, kadın ve doğa üzerindeki erkek egemenliğini irdelerken 2009’da yayımlanan Huvava, yine kaynak metinde bir canavar olarak resmedilen karaktere bambaşka bir açıdan yaklaşır ve “ilk çevre koruyucusu”nun hikâyesini anlatır okura. Doğayı sürüldüğü yerden merkeze alan metinler, bu iki yapıtla sınırlı değildir Ayla Kutlu edebiyatında. Adeta bir roman kahramanı gibi karşımıza çıkan doğa, yazarın yapıtlarının bir başka önemli meselesi olan tarihle koşut biçimde metinleri yapılandırır çoğunlukla. Ayla Kutlu’nun 2022 Kasım’ında yayımlanan Kitap-lık dergisindeki “Dere Döndü” adlı öyküsü de o metinlerden biridir.



2001 tarihli Zehir Zıkkım Hikâyeler’den sonra anı türündeki Zaman da Eskir (2007) ile Asi… Asi (2010) ve Yedinci Bayrak (2016) adlı romanları ve üç çocuk kitabı yayımlanan yazarın bu süreçte yalnızca “Dere Döndü” ve “Gelincik” öyküleri okurla buluştu. Yeni bir öykü kitabının habercisi olduğunu umduğumuz bu öykülerden “Dere Döndü”de, Ayla Kutlu’nun hem yaşamı hem edebiyatında çok önemli yeri olan Antakya, Antik dönemdeki adıyla Antioch, anlatının başkahramanı. Kentle beraber ırmak ve derenin de Antik dönemdeki adlarının kullanıldığı öyküde sözcük seçimleri, İS. 5. yüzyıl olan öykü zamanını yansıtıyor.[2] Antioch, Libanius ve Malalas’ın aktardığı efsanelere göre, kente MÖ. 300 yılında Seleukos tarafından verilen bir ad (akt. Yıldırım ve Temizkan, 2018: 647). Seleukos – kimi kaynaklarda geçen adıyla Selevkos – döneminde Antioch kentinin tarihi için dönüm noktaları olan deprem, kıtlık, salgın hastalık vb. felaketler, öyküyü de biçimlendiren temel meseleler olarak beliriyor (Dinç, 2015: 7).


“Doğu’nun Kraliçesi” diye anılan Antioch’un felaketten önceki durumunu canlı doğa betimlemeleriyle kişileştirme (teşhis) ve konuşturma (intak) sanatlarını kullanarak aktarıyor anlatıcı. Öykünün adında geçen, kahkahalarla doğduğuna inanan Parmenius deresi, şarkısıyla dolaşmaya başlıyor metni. Çok geçmeden Orontes’ın sularına karışıp yitiyor yitmesine ama öykünün hem felaketi hem tansığı, bundan sonra gerçekleşiyor; çünkü doğa, yazının başında belirttiğim gibi yazarın öykü ve romanlarında hiçbir zaman yan öğe olarak yer almaz. Bu bilgiden hareketle söz konusu metinler okunduğunda biçim ve öz ilişkisi tam anlamıyla kendini gösterir okura ve derin yapının kavranabilmesi için gereken anahtarı verir. Sözgelimi, Ayla Kutlu’nun Asi… Asi romanında Asi ırmağı, bir ailenin dört kuşaktan fertlerinin yaşamlarına tanıklık eder. Prof. Dr. Dilek Direnç’in 2010 yılında yaptığı söyleşide Kutlu, Asi ırmağının romanındaki yerine ilişkin şu açıklamayı yapar:


“Gerçekte, dünyadaki yerleşim birimlerinin pek çoğu su kıyılarına kurulmuştur. Buradaki amaç, tüm canlılara yaşamın olmazsa olmaz gücünü kolaylıkla sağlamaktır. Su, deniz, göl veya akarsu her neyse, sağlıktan zenginliğe kadar bütün verebilecekleriyle insanlara sunulan bir ödüldür. Böylesi şehirlerin tümü için sudan gelen özel bir ‘farkında oluş, vazgeçemezlik’ oluşur. İnsanın varoluş öyküsüne bundan daha çok etki yapan bir güç olabilir mi? İki bine yakın yıldan beri aynı mekânda tekrar tekrar kurulmuş şehrin, bir doğa şakası olarak kendilerine sunulmuş ırmağıyla her zaman gururlandığına inanıyorum. Ben de küçüklüğümden başlayarak bu duyguyu varlığımın derinliklerinde algıladığımı hiç unutamadım. Asi’nin suskun bir tanık, bir tarih taşıyıcı, alçakgönüllü bir yaşam merkezi, bazen de adaletli bir cezalandırıcı olarak romanımda kişileşmesi bu yüzden.” (Kutlu, 2010: 40)


Benzer biçimde “Dere Döndü”de kişileşen Parmenius deresi, öyküde yaşanacakların tanığıdır. Bir gün kentin kapısına amacı, gittiği yerdeki insanların dillerini, felsefelerini, farklı yaşamları öğrenmek olan genç bir gezgin gelir ve aynı gün, kenti tarumar eden deprem meydana gelir. O zamana kadar kentin valisinin yazlık sarayının Orontes’in ortasındaki adada bulunduğu, kentin sahip olduklarıyla halkının gönendiği bir Antioch vardır; ancak kentin olanaklarından herkesin yararlanabildiği, eşitlik üzerine kurulan bir düzenin var olmadığını anlatıcı şu sözlerle ifade eder:


“Şehri enine olarak ortasından bölen ırmağın öte yakasındaki tatlı meyili izleyen geniş ova, karşı dağlara kadar uzanırmış gibi görünüyordu. Antioch şehri sürekli büyüyor olsa da, bu yaka korunaksızdı. Orada yoksullar, göçerler yaşıyor, kendini beğenmiş tavırları karakterlerine kazınmış yerli halk, kafası, bileği güçlü veya cebi dolu olmayanlara şehrin yerlisi sayılma ayrıcalığını, hiçbir koşulda vermiyordu.” (Kutlu, 2022: 30)


Toplumsal Eşitsizliğin Eleştirisi

Bütün Antioch halkının yaşadığı felaket, ayrıcalıklı sınıfın da elindekileri alıp bir süreliğine dahi olsa herkesi yoksunluk ve yoksulluk düzleminde hizalar. Gel gör ki kendilerini tanrıların Antioch’taki temsilcileri olarak sunan tapınak yetkilileri ve baht bakıcıları, bildik yöntemleri uygulayarak güçlerini yeniden elde etmenin peşindedirler. Güçlünün güçsüzleştirdiğini ezdiği, sömürdüğü düzene yönelik eleştiriler, dikkatler, öykü boyunca farklı bağlamlarda görülmeye devam eder. Sömürü ve tahakkümün bir diğer örneği, genç gezginin deprem sonrasında karşılaştığı Fenikeli genç kadının yaşamında mevcuttur. Kentin yaşlı su bekçisi, Bybilon pazarından satın aldığı Fenikeli genç kadına fiziksel, psikolojik ve sözlü şiddet uygular. Yaşlı su bekçisinin esiri olmadan önce de yaşamı ve bedeni, ataerkinin öznesi erkekler tarafından metalaştırılmış olan Fenikeli genç kadın, Ayla Kutlu’nun Kadın Destanı’nın Lyotani’si, Asi… Asi’nin Siren’i, Altınyaz’ı ya da Zehir Zıkkım Hikâyeler’inin Papatya’sı, Elmas’ı gibi ataerkinin sömürü ve şiddetine maruz kalmıştır. Farklı tarihlerde yaşamış olan bu kadınların benzer deneyimleri, ataerkinin tarihinin bir yansımasıdır. Sömürünün, eşitsizliğin tarihidir bu. Yaşlı su bekçisinin depremde hayatını kaybetmesine kadar geçen bir yıllık işkence döneminin ardından Fenikeli genç kadının hayatta olup olmadığı bile belirsizdir genç gezgin onu gördüğünde. Yıkıntıların arasında, bir süre sonra kendine gelip adamın yüzünü gördüğü dakikalardaki duygusunu “Yaşlı ve zalim sahibi değildi şükürler olsun” diye aktarır anlatıcı ama bir uyarı da ekler sonra sorularıyla (Kutlu, 2022: 34). Bu karşılaşma, yeni bir tahakkümün başlangıcı mıdır yoksa gerçekten özgürlüğe açılan bir yol mu?[3]


Sesin ve Sessizliğin İmledikleri

Fenikeli genç kadın, her iki felaketinden de sağ kurtulduğunda acı, yerini sevince bırakırken anlatıda kadının yaşamındaki erkeklere dair karşıtlıklar yalnızca yaşları ve davranışları üzerinden değil, aynı dili konuşmadıkları halde iletişim kurup kurmamaları temelinde veriliyor. Yaşlı su bekçisi, aynı dili kullanmadıkları için iletişim kuramadığı Fenikeli genç kadına fiziksel şiddet uygularken genç gezginle aynı dili konuşmadan bir iletişim sağlanmıştır. Biri konuşurken diğerinin hep gülümseyerek karşılık verdiği dilsiz, sözsüz bir iletişimdir bu. Anlatıcı, bu iletişimi “Dilleri birbirlerinin sözlerine kapalı ve yabancıydı. Olsun. Gözleri ile tenlerinin kokusu ve parmakları ne kadar da gevezeydiler” diyerek tarif ediyor (Kutlu, 2022: 35). Fenikeli genç kadının özelinde yaşlı su bekçisinin tahakkümü altında geçirdiği bir yıl, Antioch halkı genelinde ise deprem, anlatıda karşıt ve yıkıcı güç olarak yer alırken doğa ve kişiler, yaralarını beraber tedavi etmeye, iyileşmeye başlarlar. Fenikeli genç kadının gözünü açtığında gördüğü kurumuş dere yatağı, tansığın gerçekleştiği bir uzam olmaya hazırlanır usul usul. Öykü kişileri, diğer insanlardan yalıtılmışçasına onları çevreleyen doğada tek başınadırlar. Günler geçip uygun kader, şans ve umulmayan başarı tanrıçası Tyke (Tykhe, Fortuna), onları tılsımıyla birleştirdiğinde kuruyan Parmenius da yeniden doğuşu müjdeler. (Necatigil, 1988: 54).

Öykü boyunca doğadaki devinimle karakterlerin yaşamları koşut ilerlerken düalist düşüncenin getirisi olan doğa / insan ayrımı ortadan kalkar. Bu birleşme, öyküdeki en önemli unsurlardan birinde – seste – de kendini gösterir. Öykünün düğüm bölümünde suyunu yitiren Parmenius nasıl sessizleştiyse yıkımın neticesindeki uğultular da yaşamın sesini öyle bastırır. Sessizlik, huzursuz bir atmosfer çizer. Ağacın, kuşların, rüzgârın, kısacası doğanın sesi yaşamı imlerken ağıtlar, yalnızca ölümü duyurur. Buna karşı ilk duyduğu ses, genç gezginin Fenikeli genç kadını fark etmesine yol açar. Birbirinin dilini bile bilmeyen iki insan arasında kurulan iletişim, kadının önceki tecrübelerinin aksine başka bir “dil”in de bulunabileceğini gösterir. Anlatıcının ifade ettiği gibi yaşamdan taşarak gelen bir çağrının sesini duymuşlardır Fenikeli genç kadınla genç gezgin (Kutlu, 2022: 36).


Metinlerarası İlişkiler

Sesin bu kerte önemli olduğu öykü, bana başka bir Ayla Kutlu öyküsünde – “İpekböceği Bakıcısı”nda – hayatın devam ettiğini duyuran ipekböceklerinin sesini anımsattı. Gerek ses unsuru gerekse öykünün sonunda birbirlerine derenin, başka deyişle hayatın geri döndüğünü müjdeleyenler arasında yer alan ipekböceği yetiştiricileriydi bu metinlerarası ilişkiyi kurduran. Dilek Direnç, “Sessiz Kızların Kuyuları” başlıklı makalesinde ipekböceklerinin sesiyle hayatı özdeşleştiren öykü kişisine dair şu tespiti yapar: “‘İpekböceklerini sevdim,’ der kadın (s. 228). ‘[K]üçük tombul bebeklere’ benzettiği ipekböcekleri, doğal hayatın döngüsünü, bellek, kin ve acının olmadığı bir varoluş biçimini temsil ederler; onların dut yapraklarını ısırırken çıkardıkları ‘hışırtı[yı]’, ‘hayatın sürüp gitmesi gibi bir ses’ olarak algılamıştır kadın (s. 228). O nedenle, ipekböcekleri gibi, geçmişten ve anılardan kurtulmayı, ‘beklemeyi ve aramayı unutarak yaşayabil[meyi] özler (s. 236)” (2006: 136). “Dere Döndü”nün kişileri geçmişlerinden kurtulup yeni bir hayata doğru yol almaya başlamışlardır. Hayat sürüp gitmektedir onlar için.


Öyküde yine ses unsuruna bağlı olarak Furuğ’un “Yazın Yeşil Sularında” başlıklı şiirinden bir alıntı yoluyla kurulan metinlerarası ilişki, girişte metne dair ipuçları verir. Bu öyküyle şiir arasında bir başka ilişki ise Halil Cibran’ın “Çocuklar Üstüne” şiirinde geçen “Çünkü hayat geriye gitmez ve dünle de hiç oyalanmaz” dizeleri temelinde kurulabilir (2015: 21). Öyküdeki anlatıcının “Zaman… O hep geçendir. Geri dönmeyi bilmez” tümceleri, zaman algısı yönünden iki metni aynı düzlemde bir araya getirir (Kutlu, 2022: 29). Bunların yanı sıra “Dere Döndü” öyküsü, yazarın birçok yapıtı gibi, yazı boyunca atıfta bulunduğum tarih, mitoloji vb. kaynaklarla da metinlerarası ilişkiler kurarak farklı çözümlemelere olanak verir.


Ayla Kutlu okurlarını çokça sevindirecek olan “Dere Döndü” öyküsü; doğa ve tarihi temel alan anlatısı, çeşitli okumalara yol açan yapısı, metinsel ve metin-dışı dünyaya gönderimleriyle okuru yetkin bir yazınsal metinle baş başa bırakırken yazarın aşina olduğumuz o eşsiz biçeminin de yeni bir örneğini sunuyor.


Kaynakça

Cibran, H. (2015). Ermiş. Çev. Kenan Sarıalioğlu. Remzi Kitabevi: İstanbul.

Dinç, Y. (2015). Antakya (Hatay) Şehir Coğrafyası. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Hatay.

Direnç, D. (2006). “Sessiz Kızların Kuyuları: Ayla Kutlu’nun ‘Kadınlar ve Kuyular’ Öykülerinde Sessizliğin Kırılışı”. Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar. S. 1. ss. 118-138.

Kutlu, A. (2022). “Dere Döndü”. Kitap-lık. S. 224. ss. 28-38.

Kutlu, A. (2010). “Ayla Kutlu’nun Büyülü Şehri: Asi Kıyısındaki Antakya”. Söyleşi: Dilek Direnç. Egeden. S. 6. ss. 38-41.

Necatigil, B. (1998). 100 Soruda Mitologya. Gerçek Yayınevi: İstanbul.

Yıldırım, N. (2017). “Asi Nehri’nin Adı Üzerine Bir İnceleme”. Archivum Anatolicum (ArAn). 11(2). ss. 77-88.

Yıldırım, N., Temizkan, M. (2018). “Seleukoslar döneminde Antiokheia’da sosyal ve kültürel yaşam üzerine analizler”. International Journal of Social Sciences and Education Research. 4(4). ss. 645-660.

[1] Ayla Kutlu edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarla literatürün zenginleşmesini sağlayan ve bu alanda çalışacak genç araştırmacılara çok yönlü bir perspektif kazandıran hocam Dilek Direnç’e... [2] Nurgül Yıldırım, Asi ırmağının adı üzerine yaptığı incelemesinde ırmağın Antik dönemde sıklıkla kullanılan karşılığı olan ve Ayla Kutlu’nun öyküsünde de yer alan “Orontes” adının Eski Mısır ve Asur kaynaklarında görülen “arantu” sözcüğü ile etimolojik yakınlığı olduğunu ifade eder (Yıldırım, 2017: 83). [3] Kadının yaşamında erkeğin “kahraman” olarak konumlanması, örtükleştirilmiş bir tahakküme neden olur. Öyküde genç gezgin, Fenikeli genç kadının sesini duymuş, ona yardım etmiş, sonraki günleri birlikte geçirirlerken yiyecek bulup getirmiştir. Aralarındaki ilk cinsel çekimin, kadının gözlerindeki çağrıyla başladığını dile getiren anlatıcı, hemen sonra şunları söylüyor: “Kız şükranını sunmak istiyor, erkeğin yaşam armağanlarıyla dönüp gelmesine karşılık vermesi gerektiğine inanıyordu. Sonunda ayakları suya erdi. Verebileceğinden başka hiçbir şeyin yoksa, kurallar da unutulmalıydı” (Kutlu, 2022: 36). Yaşamı ve bedeni, köle pazarlarında alınıp satılan bir nesneye dönüştürülen Fenikeli kadın, yeni başlayacak ilişkisinde de zihnine, bedenine, ezcümle tüm yaşamına yerleşen kodlardan sıyrılarak hareket edemiyor ve erkeğin yaptıklarına karşılık olarak bedeniyle cinselliğini ona sunma gereğini duyuyor. Öykünün bu bölümünü okurken şu soru belirdi zihnimde: “Fenikeli kadının karşısındaki erkeğe bir borç öder gibi değil, salt kendi arzularına bağlı olarak cinselliği yaşaması için kaç yüz yıl geçmesi gerekir?”.

bottom of page