Gökkuşağının üstünde yaşamaya cesaret eden onurlu öyküler
"Henüz ortada kitap yokken aklımda sürekli "Yarık" ismi vardı. Bu isimde bir öykü yok belki, ama kitabın bütünü derin bir yarık diyebilirim. Ailemizle ilişkilerimizin, partnerlerimizle mesafemizin sürekli yarılıp uçurum gibi genişlediği duygusu var. Bazen bu yarık biraz kapanıyor, bazen içine düşüveriyoruz. " Aynur Kulak, dikkat çeken ilk öykü kitabı Annemin Kaburgası ve tüm normallerin karşısında durmak üzerinden Burçin Tetik'le söyleşti.
Aynur Kulak
Burçin Tetik ile Annemin Kaburgası odağında yapmış olduğum söyleşi tüm normlara ve toplumsal cinsiyet modellerindeki normallere karşılık kimliği ile barışık, kimliği ile onur duyan lgbti+ bireylerin yaşama ve hayata dair söyledikleri ve bundan sonra kendilerini toplumsal tahakkümler karşısında sakınımsız bir şekilde ifade edecekleri öykülere istinaden yapıldı. Çünkü lgbti+ bireylerin hiçbir öyküsü “Normalin” dışında değil. Hepsi “normal” hepsi de gerçekten var olan ve biz buradayız, varız diyen gerçek insana dair yaşam biçimlerinden, duygularından oluşmakta. Burçin Tetik ile kitabını ve tüm normallerin karşısında durmayı konuştuk.
Sizinle yapılan bir söyleşide tırnak içinde “Normal” e vurgu yapılarak şu soru soruluyor; ““Normalin”” dışında hikayeler yazmaya nasıl karar verdiniz?” Normalin herhangi bir sebepten dolayı tırnak içine alındığı bu tipte sorular hetero bir yazara asla sorulmuyor.
Teşekkürler bu soru için, çok haklısınız. Annemin Kaburgası hakkında söyleştiğim herkes çok dikkatli ve nezaketliydi, ama ister istemez bu "normalin dışı" sorusu geliyor. Bunu başka nasıl ifade edeceğimizi de bilmiyoruz galiba. Bir oluş var, norma sığmıyor, farkındayız, ama bunu doğru biçimde karşımızdakine nasıl aktaracağımızı kestiremiyoruz. Bu aslında kitap adına değerli bir şey, çünkü okuyanda yüze soğuk su çarpmış gibi bir his uyandırdığını anlıyorum bu tür konuşmalardan. Demek ki bazı açılardan bu öykülere benzeyen çok fazla metne maruz kalınmamış; kitap bir biçimde kendini ayırıyor. Bunun da ileride değişeceğine inancım tam. Bundan on sene sonra çok daha fazla çeşitlilik içeren, yazarları da metinler kadar birbirinden farklı bir edebiyat ortamında olacağımıza inanıyorum. O zaman da bu sorular azalacak, biçim değiştirecek, "neden normalin dışında" öyküler olduğu muhtemelen artık sorgulanan bir şey olmayacak. Tabii gönül isterdi ki birileri de bazı yazarlara "İyi de, neden hep hetero karakterler? Bu seçimi nasıl yaptınız?" diye sorsun. Kitabın okunduğu harika bir okuma grubunda okurlardan biri öykülerde "normalin şiddetinin" hissedildiğini ifade etmişti. Çoğu öyküde öyle heteronormatif öykülerde alışık olduğumuz gibi queer karakterler serüvenlerini acı içinde sonlandırmıyor, genelde bir umut ve değişim söz konusu. Yine de "büyük" şiddetler olmasa da normal dediğimiz hayat bazı kimlikler için öyle zorlayıcı ki, tam da bu normalin şiddeti meselesine geliyoruz. Queer bir kimse hayatı boyunca öyle çok büyük olaylar yaşamasa, ailesi tarafından reddedilmese, sokaklarda kalmasa bile hayatın akışı onu sırf kendisi olduğu için çok örseliyor. İşte bu normalin şiddeti galiba kitabın kendisine de uygulanabilecek bir kavram. Sadece olduğu gibi var olurken bile sıfatlarla, normlarla, öteki olduğu bildirilerek hep "normal olmadığı" hissettirilmekte.
“Bir insan nasıl boydan boya yarıldıktan sonra aynı kişi olarak uyanabilir?” Kitabın da ilk öyküsü olan Annemin Kaburgası bu ilk cümle ile başlıyor ve vücudu yarılan bu kişinin 40 yaşında, lezbiyen Beril’in annesinin bedeni olduğunu anlıyoruz. Vejetaryen Beril annesinin vücudundaki yarığı iyileştirmek için tüm bir tavuğu kasaptan alıp parçalıyor, ama sevgilisini, beraber yaşadığı kadını annesine söyleyemiyor. Kadınlar arasında bedenlerinden gelen göbek bağının aslında bir yarılmanın ya da bir parçalanmanın sebebi olarak ortaya çıktığını söyleyebilir miyiz? Sonuçta Beril bu yarılmadan, parçalanmadan mütevellit, annesine açılmaya karar veriyor fakat açılabiliyor mu, bu da bir soru işareti.
Bu kadının bir ismi yok aslında, Beril bir sonraki öykünün karakteri. Ama bunu ilk kez yaşamadım, Annemin Kaburgası'ndaki karakterin Beril olduğu düşünülüyor sık sık. Bence bunun sebebi Yabanperi öyküsünün bir anlamda ilk öyküye tamamlayıcı olması. Sanki birinde yetişkinliğin çocuk dünyasına, diğerinde çocuğun yetişkin dünyasındayız.
Henüz ortada kitap yokken aklımda sürekli "Yarık" ismi vardı. Bu isimde bir öykü yok belki, ama kitabın bütünü derin bir yarık diyebilirim. Ailemizle ilişkilerimizin, partnerlerimizle mesafemizin sürekli yarılıp uçurum gibi genişlediği duygusu var. Bazen bu yarık biraz kapanıyor, bazen içine düşüveriyoruz. Anneyle ilişkiler de, kadın kadına ilişkiler de benim için çok bedensel. Birinin bedeninde var oluyoruz, oradan o bedeni yararak çıkıyoruz ki yaşayalım. Sonra yaşarken bir başka kadının bedenine bu kez aşkla ya da şehvetle duhul ediyoruz. Bitmeyen bir bedensellik. Haliyle tüm duygular da bedende kendini gösteriyor. Kaburgadan yaratılmadan koparılan göbek kordonuna, vajinayı yararak hayata merhaba demekten yemek yapmak için bir hayvan bedenini parçalamaya, hayatta kalmanın, sadece var olmanın bile fiziksel bir şiddeti var bazen. İlişkiler, sevgi, bağlılık da bundan muaf değil. Kadın orada annesinin kaburgasını kırdığını anımsıyor, çünkü belki annesine açılırsa onu yeniden bir şekilde kırmaktan, parçalamaktan korkuyor. Zaten bir kere incitmişti. Üstelik hayatını kurtarmaya çalışırken. Şimdi de bir biçimde bağ kurmak, kendini anlatmak istiyor, teoride son derece pozitif bir şey, ama ucunda o bağı tamamen koparmak da var. Kitabın uğraştığı bir soru da bu. Anne figüründen bağımızı tamamen koparmadan birey olmak mümkün değil midir? Doğup da göbek kordonumuz kesilince mi, 18 olduğumuzda mı, yoksa açıldığımızda mı tam birey oluruz? Cevabını aramaya devam edeceğiz.
Yabanperi. Aslında Annemin Kaburgası’ndaki lezbiyen kadın ile Yabanperi öyküsündeki çocuk aynı kişi sanki. İki öykünün ortaklığı ya da Beril’in eşcinselliğini keşfedişinin ilk aşamalarından ziyade Annemin Kaburgası öyküsünde nasıl anne figürüne odaklandıysak Yabanperi’de de baba figürüne odaklanmak istiyorum aslında. Beril’in babasını koltuğun kenarında otururken gördüğü ve onu o haliyle kabul edip, yadırgamayıp, herhangi bir soru sormayıp koşup sarılması eşcinsellik, trans bireylik, toplumsal cinsiyet rolleri, normallik adına kırılma anına denk düşüyor. Queer bir ailede yetişmek, bu durumun aile içindeki aktarımı, baba rolünün ve eksikliğinin belki de anneye lezbiyen olduğunu ifade edemeyen çocuklar üzerindeki etkisi, cinsiyet adına rollerimiz üzerinde nasıl etkiler yaratıyor?
İki öykünün birbirini tamamladığı hususuna katılıyorum. Beril sadece Yabanperi'de var aslında, ama sanki bir biçimde Annemin Kaburgası'na da taşıyor. Çünkü kimliklerimiz, yönelimlerimiz (ki buna heteroseksüellik de tabii ki dahil) ailelerimizden, ebeveynlerimizden ve çocukluğumuzdan bağımsız değil. Bilinçdışımıza kodlanan pek çok yaşantı, sembol, anı birikerek kim olduğumuzu, nasıl insanlardan hoşlandığımızı, bazen neden toksik ilişkilerden çıkamadığımızı, bazen neden kendimizi sabote ettiğimizi belirliyor. Pek çok zaman bir kitapta queer bir karakter varsa o tek başına oluyor, sanki biraz süs gibi, öykünün gerisine renk katmak için orada gibi bir his bırakabiliyor insanda. Halbuki queer bir baba ve queer bir kızı olabilir. Bu öyküler de pekala iç içe geçebilir. Nasıl hetero bir anne ve kızı erkek arkadaşlar, evlilik gibi konularda bir ortaklık geliştiriyorsa, queer aileler de başka ortaklıklar geliştirebilir. Çocuklara duyguları öğretirken onları içlerine kodlamış oluyoruz aslında. Eşcinsellikten, translıktan nefreti, tiksintiyi öğretirsek çocuk da bunu içselleştiriyor, eğer kendisi de lgbti+ ise ister istemez kendinden iğrenerek büyüyor. Bazen bunu fark etmiyor bile. O yüzden Beril ve babasının ilişkisi benim için çok önemliydi. Bir çocuğun queerliği babasında görüp sevmesi, kendini de sevmesi anlamına gelebilir. Bunlar yaşanıyor, sadece konuşulmuyor. Bu tür karşılaşmaları, farklı jenerasyonların birbirini nasıl etkilediğini, aile içi dinamikleri irdelemeyi seviyorum.
Müllerstrasse’de Bir Ev, Frau Mahler’in Mektubu ve Beden Göçü isimli öyküleriniz gurbetçi olma, mülteci olma, eşcinsel olma, trans olma; yani bir durumdan, zorunluluktan veya seçimden dolayı “öteki” olma durumlarının “normal” ve “olması gereken bu” tanımlarıyla nasıl değersizleştirildiğini, “öteki” olanın kimlik üzerinden maruz kaldığı faşizmi anlatmalarıyla çok çarpıcılar. Her ne şekilde olursa olsun “öteki” olmak, iki arada bir derede olmak, kim olduğunu tam olarak tanımlayamama durumu, kimliksizliği kişiler üzerinde nasıl etkiler bırakıyor?
Bu üç göç öyküsünü yönelim ve cinsiyetle beraber okumak bence de zenginleştirici bir teşebbüs. Dediğiniz gibi iki arada bir derede varoluşlar bunlar. Topluma ait gibisin, ama tam değilsin de. Senin kim olduğunu bilmen, olduğun şeyin adını koyman engellenirken dışarıdan sürekli sana sıfatlar yakıştırılıyor. Almanya'da yaşayan üçüncü nesil bir göçmen kendini ne kadar Alman görürse görsün gerek okullarda, gerek işlerde, gerek sokakta her an ne kadar da Alman olmadığı kendisine aktarılır. Bir yandan da Türkiye'de doğup büyümüş birinin yanında pek tabii oldukça Almandır. "Almanya'da yabancı, Türkiye'de yabancı" deniyor ya, tam da öyle. Göç üzerinden deşilecek daha çok hikâye var, pek çoğunu Türkiye'de hiç öğrenmedik, hiç üzerine düşünmedik. Halbuki göç bitmedi, özellikle son birkaç senedir Almanya yeniden büyük bir göç alıyor. Ve bu kez belki öncesinde göre daha açık biçimde ciddi bir queer göç de var. Kendi ülkelerinde istenmediklerini hisseden lubunyalar bu kez Türkiyeli kimliklerinden ötürü pek de istenmedikleri bir ülkede yaşıyorlar. Katman katman bir kimliklik hali. Ayrımcılığı da iki kat yaşıyorlar tabii, diasporada da hoş görülmeyebiliyorlar, Almanların arasında da. Aslında normun dışında bırakılan çoğu kimlik birbiriyle paralellik taşıyor. Ben hem göçmen hem queer bir kadın olarak ne kadar benzer baskı yöntemleri, bürokratik engeller, sindirme politikaları olduğunun farkındayım. Trans bir insana yaşatılan isim, kimlik, resmi belge şiddetinin bir kısmı göçmenlere ve elbette göçmenlik statüsüne bile erişemeyen mültecilere uygulanıyor. Bu şiddeti de, kendini bulmaktaki benzer yolculukları da görmenin birleştirici bir gücü var.
Yarım Saat öykünüze gelmek istiyorum. “Meltem olarak mı Ahmet olarak mı yaşamak istiyorsun?” Bu soruya kadar kaçamak yapılan bir lezbiyen öyküsü okuyoruz aslında fakat bu soru ile bir şeyleri fark etmeye başlıyoruz sanki. Önemli olan fark ettiğimiz o şeyi tüm gerçekliğiyle kabul edebiliyor muyuz?
Aslında hâlâ kaçamak yapılan bir lezbiyen öyküsü olarak okuyabiliriz Yarım Saat'i. Translık hâlâ bizden çok uzaktaymış gibi kurguladığımız bir olgu. Bütün hayatımızı ikili cinsiyet rejiminin otoritesinde geçiriyoruz. Daha bebeklikten giysiler, oyuncaklar, okullardaki üniformalar, beden eğitimi dersleri, tuvaletlerle her çocuğa belli bir cinsiyet empoze ediyoruz. Bir yakınımızın trans olabileceğini hiç düşünmüyoruz. Belki çocuğumuz, belki ebeveynimiz, belki partnerimiz trans. Belki bir gün açılacaklar, belki de hayat bu imkanı vermeyecek. Bu ihtimali yok saydıkça herkes için çok daha karanlık bir dünya inşa ediyoruz. Trans kişilere öfkeyle, fobiyle, engellerle yaklaşan aileler; korkularından kendilerine bile açılamayan insanlar... Bunların çoğu lgbti+ nın bütün spektrumlarına uyarlanabilir. Beden Göçü öyküsünde olduğu gibi lezbiyen kimliğiyle barışık bir kadın da bir gün partnerinin trans erkek olarak açılmasıyla boşluğa düşebilir. İnsanlık biraz böyle, sabit doğrular olduğunu ve onlarla yaşayacağımızı hayal ediyoruz ama pek azımızın hayatı gerçekten böyle ilerliyor. Daha küçük yaşlardan itibaren esneklikle, değişimin ihtimalleriyle büyütülsek acaba çok daha mutlu olmaz mıydık diye düşünüyorum.
Çocukluğumun Evi öykünüzde olduğu gibi hepimiz bilincimizde veya rüyalarımızda büyüdüğümüz o eve, yuvaya gideriz. Bu öyküde geçen “Anne doğurduğu andan itibaren ölmeye başlar, çünkü o ölmezse çocuğu yaşayamaz.” cümlesinin Annemin Kaburgası öyküsünü duygu olarak çağrıştırması ve “Bilirim ki babama bir kişi bile dönüp baksaydı, belki yaşardı annem.” cümlesinin Yabanperi öyküsünü yapı olarak çağrıştırması. Çocukluğumun Evi içerdiği şiddetle bu öykülerden ayrılıyor aynı zamanda fakat yuvanın, yuva olarak bellediğimiz güvenli alanın queer oluşumlara etkisi, tüm yaşamı etkiler biçimde nasıl vücut buluyor?
Ev kendimizi güvende hissettiğimiz, dışarının o zahiriliğinden sıyrılıp, kıyafetlerimizi de rollerimizi de portmantoya astığımız bir alan aslında. Orada beraber var olduğumuz kişileri de eğer bakmayı bilirsek büyük bir çıplaklıkla görebiliyoruz haliyle. Mutluluğu, mutsuzluğu, gerginliği, şiddeti çocuklar elbette hisseder, bilir, tanır. Ama bunlara zihinsel olarak farklı farklı gerekçeler bulur. Ataerkiyi, erkek şiddetini bilmeyen bir çocuk babasının bireysel olarak bir canavar olduğuna inanabilir ya da her şey kendisi yüzünden oluyor zannedebilir. Tersinden, eğer hep neşeli bir baba ve yorgun, sıkkın bir anne görüyorsa da arkasında yatan nedenleri bilmez, ama kendini suçlayabilir ya da annesini hatalı görebilir. Bu yüzden üzerimizdekileri çıkarıp var olduğumuz o evler aynı zamanda daha çocukluktan itibaren basbayağı meydan muharebeleri içeriyor. Çoğu da sadece o yıllarda kalmıyor, bütün bir ömür sürebiliyorlar. Bilinçdışımızda, rüyalarımızda sık sık o günlere, o mekanlara dönüşümüz de bundan. Orada çok hayati birtakım değişimler, yaşantılar var ve içimizden söküp atamıyoruz.
Keramet. Bu öykü özelinde kullandığınız jargonu, lubunca diye de adlandırılan lgbtq bireyler tarafından kullanılan dili sormak istiyorum. Aslında kitaptaki tüm öykülerde bir kimlik arayışının yanı sıra bir dil arayışı da var. Dilin zaten sürekli şekil değiştiren canlı bir tarafı olduğunu düşünürsek, lgbtq birey olmak, öteki olanın dilini oluşturmak bu durumu ekstra ifade edilmesi gereken bir durum haline mi getiriyor? Bu durum edebiyattaki yerini, edebi dil bakış açısı içinde nasıl bulacak?
Edebiyatı kim, hangi formatta yapıyor olursa olsun elbette dil çok önemli. Çünkü edebiyatı oluşturan biricik öğe. Sahicilik için de, oyuncu bir metin kurmak için de önemli. Öykülerde dediğiniz gibi muhtelif biçimlerde dil arayışı zaten süregeliyor. Bu bazen yabancı bir dille cebelleşme oluyor, bazen heteroseksist dille mücadele. Tabii dil sabit veya ölü değil, yaşayan bir varlık aynı zamanda. Biz değiştikçe, dünya değiştikçe o güne dek kullandığımız dil de yetmez oluyor. Lubunca da böyle bir ihtiyaçla doğan bir dil. Özellikle seks işçiliği yapan trans kadınların kullandığı, kişilere hem güvenlik hem de aidiyet duygusu veren bir dil. Keramet de komünitenin içinde, eski jenerasyonlarla da arkadaş olan bir kadın. Lubunca konuşması doğal. Bu dil benim için oradaki lubunya varoluşu üç boyutlu hale getiren, tecrübeleri daha gerçek kılmayı sağlayan bir araçtı. Bunu yaparken de o karakterlerin arasında yazar olarak turistleşmemeye, onlara didaktik misyonlar yüklememeye gayret ettim. Bu kültürün tüketilecek bir "ilginçlik" olmaması sanatçının sorumluluğu diye düşünüyorum. Nasıl Almanya'dan bahsederken tek tük de olsa Almanca kelimeler ister istemez metne sızıyorsa, Lubunca da karakterlerle birlikte kendini metne açtı. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk içgüdüm öyküyü yazarken aklıma Lubunca kelimeler gelmesine, karakterin ağzından Lubunca duymama karşın yeterince "edebi" olmayacağı endişesiyle bu sözcükleri metne almamaktı. Dosya üzerinde çalışırken editörüm bu konuda beni rahatlattı ve bunun bir sorun olmadığını belirtti. Kadınlar ve lgbti+lar üzerindeki "anlaşılır" olma baskısı o kadar büyük ki, o kadar sürekli kendimizi anlatmaya ve alttan almaya alışmışız ki, Lubunca sözcüklerin okuru itmesinden endişe etmiştim. Oysa isteyen internetten merak ettiği sözcüklere bakabilir. Zaten bağlamdan da anlaşılıyor genelde. Öyküyü bu şekilde yazdığım için çok memnunum şimdi.
Kitaptaki dokuz öyküye baktığımızda şunu görüyoruz: Kimliklerinden emin olan bireylerle karşı karşıyayız.. Yetmişli yıllarda başlayan, yukarıya doğru ivme kazanan ve özellikle son yirmi yılda giderek netleşen kimliğini çok iyi bilme, gerçek kimliği doğrultusunda yaşama söz konusu kitaptaki tüm öykülerde. Bunu biraz da Z kuşağının teknolojik getiriler sayesinde internet üzerinden sosyal etkileşim ortamının içine doğmalarına yorabilir miyiz? Artık herkes toplumdaki şiddetten de kadının şiddete nasıl maruz kaldığından da lgbtq bireylerin varlığından da, nasıl yaşadıklarından da, lgbtq bireylere sözlü, fiziksel, duygusal uygulanan şiddetten de haberdar. Sosyal medya bu anlamda iyi işliyor ve iyi yönde cesaretlendiriyor diyebilir miyiz?
Sosyal medya bana kendi yolculuğumda çok yardımcı oldu. Yalnızca sosyal medyanın bunca hayatımızda olduğu son senelerde değil, daha ben ergenlikteyken hayatımıza giren kablolu internet, chat kanalları, ICQ derken fersah fersah uzaktaki insanlarla tanışabilmek bulunmaz nimetti. O zamanlar rüyalarıma giriyordu internet. Hatta şimdiki mesajlaşma uygulamalarına benzer şeyler görüyordum. Önümdeki bir kâğıda elimle cümleler yazıyordum, o cümleler karşı taraf tarafından okunuyor, altında yeni cümleler beliriyordu. Özellikle benim gibi kendini yazarak ifade eden insanlar için internet büyük bir şans oldu. Şu an ise bundan 20 ya da 10 önceki pratiklerden de ayrı bir yerdeyiz. Dijital aktivizm, küresel hareketler derken tüm dünyada bir bilinç değişimi söz konusu. Bunu 60 yaşındakiler de, 20 yaşındakiler de aynı anda deneyimliyor. 60 yaşında açılan lgbti+ kişiler de Twitter'da fotoğraflarını paylaşabiliyor, yüzlerce beğeni ve destek yorumu alıyor, bir komüniteye ulaşıyorlar. Bu kendi küçük mahallelerimizde yaşayamadığımız bir şey. Biz karımla evlendiğimizde pandemi vardı, o yüzden klasik anlamda bir düğün olmadı. Fakat sayılı arkadaşımızı çağırarak bir kına gecesi düzenledik, fotoğrafları da sosyal medyada paylaştık. Saçma yorumlar da aldık elbette, örfleri bozmakla ya da aksine toplumsal kodları yeniden üretmekle itham edildik. Ama tahmin etmediğimiz kadar çok sayıda güzel mesaj da aldık. Kınanın her zaman resmi nikahla bağı olmak zorunda değil ve biz sık sık hetero arkadaşlarımız için parçası olduğumuz bir fenomeni kendimizin kılmıştık. Bu da insanlara çok umut vermiş. Edebiyatta nasıl ajitasyon dolu hikâyelerden artık sıyrılıyorsak, sosyal medyada da sadece acı dolu tecrübeler değil, umutlu ve pozitif yaşantılar da resmedilebiliyor.
Burçin Tetik için kitabın girişinde Oz Büyücüsü’de geçen şarkıdan yaptığı alıntıda olduğu gibi “Gökkuşağının üstünde bir yerde hayal etmeye cesaret ettiği rüyayı yaşıyor” diyebilir miyiz? Çünkü ayakları üzerinde duran, kimliği ile barışık, öykülerini özgürce yazan birisiniz. Ki bir takım ayrımlar eşcinsellik içerisinde de var. Gay olmak eşcinsellik içinde en kabul göreniyken ya da trans olmak bir tür komedi unsuruna dönüşebilirken veya Zeki Müren, Bülent Ersoy, Huysuz Virgin söz konusu olduğunda takdir söz konusuyken, lezbiyen olmak olasılık dışı bir şey sanki ya da bu saydıklarımızın içinde en ahlaksız olanı. Gezi Parkı direnişi, en son yaşanan Boğaziçi Üniversitesi gerçeği ve direkt lezbiyenler üzerinden oluşturulan nefret dili… Bu yaşanılanların tamamı kapsamında tüm ayrımlara, normlara, normallere ve düzene rağmen daha da güçlendik ve daha cesaretli bir yerden devam edeceğiz diyebilir misiniz?
Güzel sözlere teşekkür ederim. Dışarıdan belki böyle görünüyor, ama hepimizin özgüvensizlikleri ve oto-sansüre meyleden yanları var. Onay görmeme, sevilmeme korkusu zaten pek çok kişi için zor mevzular; üreten bir insansanız buna bir de işlerinizin yayımlanmayacağı korkusu eklenebiliyor. Bunların da açıkça konuşulmasının bizi zayıflatacağını değil, güçlendireceğini düşünüyorum. Beni reddeden yayınevlerinden biri, üstelik queer derlemeleri olmasına rağmen "bu konularda" öykü yayımlamadıklarını belirtmişti. Halbuki cis-heteroseksüel kahramanlara sahip öyküler "bu konular" sayılmıyorlar, onlar "normal" öyküler. Ama evet, bir ölçüde, yapabildiğim kadar umut aşılamaya ve bazı kimliklere alan açmaya çabalıyorum ve işe yaradığını da gözlemliyorum. Lezbiyenlik kanımca kadın düşmanlığı sebebiyle bunca hedef oldu, fakat başka kadın grupları da bu nefretten muaf değil. Bülent Ersoy örneğin zenginliği ve forsu nedeniyle belli bir saygı görürken bir yandan da nefret objesi olmaya devam eder. Daha güncel bir örnek olarak Selin Ciğerci'yi de örnek verebiliriz. Görünür olan trans kadınların da kadınlıkları, bedenleri her zaman kuşatma altındadır. Lgbti+ kimlikler toplumun en zayıf halkası. Birisi "yangında son kurtarılacaklar" diye bahsetmişti, tam da o. Kriz anlarında en kolay gözden çıkarılan, en kolay darbe alan insanlar. Melih Bulu'nun Boğaziçi'ne atanır atanmaz apar topar lgbti+ kulübünü kapatması, ondan bir önceki kayyum rektör Mehmed Özkan'ın ilk icraatlerinden birinin trans bir öğrenciye verilecek Hande Kader Bursu'nu iptal etmek olması da bundan. Egemene yaranmak için en kolay ateşe atılacak kimliklerden biri. Tam da bu yüzden herkesin, hemen, amasız ve fakatsız lgbti+nın yanında olması gerekiyor. Hemen şimdi.
コメント