top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Gülümse-me

Yavuz Arkın, Barış Bıçakçı’nın son kitabı Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme üzerine yazdı. "Öyküler ilişkilerimize sızıp, onların hayatlarımızı nasıl yerle bir ettiğine değiniyor, bunu da ağırlıklı olarak kadınlar üzerinden yapıyor."

Yavuz Arkın


Barış Bıçakçı’nın son kitabı “Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme” suskun hayatları olan kadınların avazlarını sonuna kadar çıkarıyor. Kitapta yer alan bütün karakterler hayatın bir köşesine sıkışmışlar ve sahip oldukları tek şey; yalnızlık. Gülümsemek ise olsa olsa sadece bir doğum lekesi.

Yazarın sesini soluğunu satırlarında yakalayanların sevdiği, dingin akan olay örgüleri ile insanın içine içine işleyen bir kitap ile birlikteyiz yine. Üstelik Barış Bıçakçı bunu mizahtan da taviz vermeden yapıyor her zamanki gibi. Çok fazla süslü laflar etmeden, insanın derinlerine inmeyi seven bir yazar olduğunu zaten biliyoruz kendisinin. Aynı zamanda bir şehir anlatıcısı olduğunu da. Peki söz konusu bir Barış Bıçakçı romanı olur da, cümlelerin altını çizmeden olur mu, olmaz! Barış Bıçakçı okumak demek içinde kitapların, filmlerin, şiirlerin başköşede oturduğu metinler okumak demek bir yandan... Ankara demek, insan içine çıkmamak demek, edebiyat ortamlarında boy göstermemek demek... İşte bunların hepsini ve fazlasını taşıyan bir kitabıyla daha baş başayız yazarın.

Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme’ye bakarsak, kitabın isminde her ne kadar gülümseme geçse de, bunun olsa olsa hüzünlü bir gülümseme olduğunu söyleyebiliriz Bıçakçı'nın öykülerinde. Boşluk, kaybolmuşluk, eksiklik, tamamlanmamışlık, geçmişe dönüş özlemi (nostaljiden çok değiştirme isteği), yanı başında birileri olduğu halde hissedilen büyük bir uzaklık hissi hâkim kitapta yer alan bütün öykülere.

İçerisinde yakın geçmişimizden izleri de barındıran öyküler, ufak da olsa onlarla yüzleşmemizi sağlıyor, geçmiş denen şeyin ilişkilerimize sızıp hayatlarımızı nasıl yerle bir ettiğine değiniyor; bunu da ağırlıklı olarak kadınlar üzerinden yapıyor.

“İçten Konuşma” öyküsü iki kadın arasında geçiyor, konusu memeler. Giriş niteliğindeki bu öyküde iletişim dil üzerinden gerçeklese de bakışımız bedenlere kayıyor.


“Ben öteki çocuğum, boş. Bir defterin önündeyim, içimden konuşuyorum.” diyen yazar, bu giriş öyküsü ile bize içten konuşmaların kapısını açıyor. Anlatıcımız olaylara, durumlara ve kişilere uzaktan bakıyor, öteki çocuk olduğunu iddia etse de bakışı içten.


“Annem kendi hayatının kimisi kırık dökük, kimisi güzelce sırlanmış, kimisi karanlık, kimisi ümitli parçalarını da panoya ekliyordu.”


“Annemin Hikayesi” öyküsünü okurken yap bozun eksik parçalarını da yerine koyuyoruz. Bir oyun gibi görünse de kayıp olan parçalar geçmişten bize kalan, yerine asla koyamayacağımız belki biraz değişikliğe ihtiyaç duyan parçaları temsil ediyor.



“Yüz Yirmilik Keçeli Kalem Takımı”, kitabın merkezinde yer alan öykülerinden biri. “Ceren on yaşındayken bütünlüğünü ancak sanat yapıtları aracılığıyla ulaşılabilen ve sanat yapıtlarının boyutlarıyla sınırlı bir nitelik olduğunu sezmişti. Hayatın boyutlarıysa herhangi bir bütünü imkânsız kılacak kadar genişti.” ifadesiyle yazar, yazının başında belirttiğim boşluk duygusunu bu öyküde içten içe hissettiriyor.


Ceren resim yapmaya devam ettikçe, sözü edilen bütünlük parçalanmaya başlar, hayatındaki boşlukları doldurmak ona ağır gelmektedir. Sanata daldıkça hayattan ve hatta kendisinden gittikçe uzaklaşır.


“Feride’siz Gülümseme” bir ölümün ardından, hayatından çıkarmak zorunda kaldığı ama bir yandan da geri dönmek istediği geçmişiyle yüzleşen iki kız kardeşten Feride’yi anlatıyor. “Evi boşaltmak gerekiyordu. Eşya bir mahkeme kurmuştu. İki kız kardeşin neyi saklayıp neyi atacağı önemliydi. Hatıralara saygısızlık etmek istemiyorlardı.”


Yazar bu öyküsü ile bir kırılma yaşatıyor; geçmiş ve gelecek iç içe geçiyor, bir noktada sabitleniyor ve karşımıza çıkan anda kalmak duygusu ile baş başa kalıyoruz.


"Üzerindeki Boşluk"


“Üzerindeki Boşluk” otorite kavramına dikkat çekiyor; özgürleşme adına otoriteden kurtulma arzumuz ve bir yandan da ona bağımlı olmak hayatımızın paradoksu. “Annesinin varlığı yalnızlığını çoğaltacak şimdi, dayanılmaz kılacak. Annesinin varlığı şimdi bir erkeğin, bir sevgilinin yokluğundan daha yaralayıcı.” cümlelerinde Mehtap, annesi yanı başında olmasına rağmen yalnızlığını derinden hissediyor.


Evlerinin önündeki ayakkabıların arasındaki boşluk ne kadar uzarsa, annesi arasındaki hatta hayat arasındaki boşluk da o ölçüde artıyor.


“Eşelek” kaybettiğimiz sevdiklerimizle beraber bizden de bir parçanın gittiğini ve asla geri gelmeyeceğini vurguluyor. Bu duygudan kurtulmak için tutunduğumuz dallara değiniyor yazar ve bir formül sunuyor; “Hepimiz bir şey bekliyor, bir şey umuyorduk. Aşk, dostluk, değişim, anlam, mucize… Haftada bir toplanıyorduk. Ne olacaksa bu süreklilik sayesinde olacaktı. Bunu hepimiz hissediyor, hiçbir toplantıyı kaçırmamaya çalışıyorduk.”


Ayrıca aynı öyküde anlatıcı; “Gerçek, annelerimizle kurduğumuz ilişkidir. Gerçek, en basit haliyle budur” sözleriyle annesi üzerinden oluşturduğu kendi gerçeklik algısını aktarır.


“Küf” geçmişte kalan, eşelendikçe gün yüzüne çıkan ve çıkanların onu hiç memnun etmediği bir dünyada yaşayan Nezihe Hanım ile tanışıyoruz. Biz Nezihe Hanım’ın hikâyesini okuduğumuzu sanıyoruz ama aslında anlatıcı kendi hikâyesini yazıyor;

“Kendi hayatımda, sevgilimi, öğrencilerin hayatlarında göremediğim belirli bir yönü olan kuvvetli akışı, Nezihe Hanım’ın hayatında bulmaya, göstermeye çalışıyorum. Başarıyla ilgili değildim, önemsediğim şey bütünlüktü.”


Başarılı bir kadın olsa da hayatından memnun olmayan Nezihe Hanım, gittikçe yaşamak istediği hayata karşı daha büyük bir arzu duyuyor. Öyküde yeri geliyor anlatıcı ile Nezihe Hanım sürpriz bir şekilde yer değiştiriyor; geçmişe özlem yerini geleceğe umuda bırakıyor, keşke o küf kokusu olmasa.


“Sonsuz İkindi” uzaklara gitmenin insanın kendinden uzaklaşmasına yetmeyeceğini gözler önüne seriyor; dönüp dolaşıp kendimizle buluşuyoruz.


“Bütün maceralar aslında bir kendini arama, bulma hikayesi, diye geçirdi içinden. Oysa ben bu maceraya kendimi aramak ve bulmak için değil, kaybetmek için çıktım. Kendimi evimde kaybedemezdim.” Uzaklara gitmek, kaybolmak ve tekrar kendini bulmak hayatımız boyunca yaşadığımız bir kısır döngü değil mi?


“Bizden Sonra Çakırdikenleri” Kafkaesk bir öykü, biraz Şato’nun zihnimizdeki labirentleri, biraz Dava’daki suçlunun bilinmezliği sinmiş üzerine. Hayattan beklediklerimiz, beklentilerimiz o kadar çok ki, çoğu zaman neyi veya kimi beklediğimizi bile unutuyoruz.


“Yaşadığımızı anlamak telaşıyla… diyor sakallı genç. Bekliyoruz … varlığımıza ikna olmak umuduyla bekliyoruz… Kısacık bir an için de olsa, ölmeden az önce de olsa varlığımıza ikna olmak umuduyla…”


“Kusursuz Kısırdöngü” sevdiğimiz insanın hayatındaki yerimizi sorguluyor hem içeride hem dışarıda olmanın şüphesi içinde geziniyoruz. Göz yanılsaması yaratan ilginç bir tablonun içerisinde olduğumuzu sonunda keşfediyoruz.


“Ruh ile bedenin birliği âşık olduğumuzda deneyimlediğimiz, ikna olduğumuz bir birliktir. Ama bunu kendimizde değil, âşık olduğumuz insanda deneyimleriz. Ona bakar böyle bir ruh tam da böyle bir bedende bulunur, deriz.” Günlükte geçen bu cümle anlatıcının kendisini aradığı yerde Belkıs’ın da onu aradığını ortaya koyar, bu karşılıklı arayış bizi kusursuz bir kısırdöngüye götürür.


"İki insandan geriye birer insan kalırmış"


“Gülünç Geçmiş” verilen sözlerin zamanla hükmünü yitirdiğini, araya giren başka duyguların bunu yok ettiğini gösteriyor, geçmiş sadece birkaçımız için geride kalıyor. “Bir romanda okumuştum, iki insandan geriye birer insan kalırmış”


Funda’nın yazdığı öykülerde kendini buluyor anlatıcı, onunla konuşuyor içten içe ancak bu bir diyalogdan çok bir monolog olarak kalıyor. “Geçmiş gülünçleşmesin diye nöbet tutarken, hatıralarını korumak için uğraşırken geçmişin saldırısına uğrayan gafil bir adam.” cümlesi kendine karşı acımasızlığını da vurguluyor.


“Alaattin’in Yazgısı” hayatımızdan cımbızla çekip aldığımız bizi etkileyen sahneler üzerine yoğunlaşıyor; ”Yazgı, çocukluğun belli bir anında yola çıkar, uzun süre yanı başında koştuktan sonra bir yırtıcı hayvan çevikliğiyle atılıp insanı yakalar.”


Alaattin çocukluğundan itibaren hep karşı tarafta, hep öteki rolünde. Hayatına dışardan baktığında ancak görebiliyor kendisini, onun dışında suyun dibine batıp yok olacak bir don sanki; “Su, Alaattin’i bu gerçeği olduğu gibi kabul etmeye zorluyordu. Hemen anladı, suyun yasasını kabul etmezse bölünme kaçınılmazdı: Birken iki Alaattin olacaktı, birbirine benzemeyen iki Alaattin. Biri yüzen diğeri boğulan…”


“Turistik Gezi”, tek başına olmakla yalnızlık arasındaki ince çizgide gidip gelen hayatları işliyor. İnsanın bazen kendini bulması için kendinden uzaklaşması gerekir.


“Başlangıçta her şey güzeldi. Sonra o küçük dereyi gördü, tek başına pırıl pırıl akıyordu. Koca ırmak küçük derenin yanında kötü bir taklit gibiydi. Bu titiz simgesellik doktoru derinden sarstı, oğlunun taklit konusunda söylediklerini ilk kez tam anlamıyla kavradı. Bir anda her şeyi küçümsemek, her şeyden uzaklaşmak isteği duydu.”


“Anlaşılmaz Şeyler”, bize izleyen, yargılayan, sorgulayan binlerce gözden birkaçını sunuyor. Bazen aynı olaya ne kadar farklı noktalardan bakabildiğimizi ve bu duruma müdahale edecek gücümüzün ne kadar sınırlı olduğuna odaklanıyor.


“Kuklalara hayat verirsin, onlara hikâyeler yazarsın, müthiş bir dünya kurarsın, alkışlanırsın ama yıkayıcıların karşısında elin ayağın dolanır. Söylenenleri duyarsın, heyhat anlayamazsın. Para mı vermen gerekiyor, para mı vermen gerekiyor? İnsanların birbirlerini anlamalarının zorluğu da kolaylığı da eşit derecede öfkelendirir seni. Sakince çekilivermek istersin kabuğuna, insanlardan uzağa.” der bir göz, senin göremediğini görür seni sana anlatır.


Öykülerin hepsinde yazar müthiş olmayan dünyalar kuruyor çünkü gerçek asla müthiş değil en azından bizim yaşadığımız. Alkışı duyamadığımız bir dünya burası, kendi acılarımızı içimizde sakladığımız, sürekli kafamızı karıştıran en basit kuralları bile unutturan bir hayat. Birbirimizi anlamamız imkansız, gerekli de değil bence, hepimizin kabukları var ve bunları aşması kimi zaman olanaksız.


DOĞUM LEKESİ GİBİ BİR GÜLÜMSEME

Barış Bıçakçı

İletişim Yayınları, 2021

Tür: Öykü

99 s.



bottom of page