top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü Serüveninde Yazarın Ve Okurun Yeri

"Öyküyü diğer türlerden ayıran ve filizlenmesini sağlayan az sayıda karakter, yalınlığı, kısa oluşu, yoğun bir etki barındırması anlatıyı ayakta tutmak için bir strateji belirleme gerektiriyor. Mekân, zaman, karakterler kullanılan yöntem ve tekniklerle kısa sürede anlatının köklenmesini sağlıyor. Böylece okurunu da yaratmış oluyor." Erkan Karaaslan, Dünya Öykü Günü Foça Buluşması kapsamında okurunu yaratan öykünün çağlar boyu izini sürüyor.


Erkan Karaaslan



Okumak bir ihtiyaç, yaşamımın bir parçası ama öykünün ya da kısacası yazmanın bendeki karşılığı ‘çaresizlik’ diyebilirim. Korkuların, kaygıların, eli kolu bağlı hissetmenin, ölümün ve tabii ki yaşamın toplamından oluşan koca bir çaresizlik. Mağara duvarlarındaki resimler, masallar, destanlar insanın anlattıkça, konuştukça, yazdıkça kendini tamamlamaya çalıştığını gösteriyor. Kısacası insan anlatmaya hep teşnedir. Genel olarak benim yazı uğraşımın temelinde de sanırım bu durum var fakat bu sadece bir tespit, yani öykülerimde bu minvalde derin mevzular olduğu anlamına gelmesin!


Fakat insanlığın yazı serüveniyse bambaşka ve sürprizlerle dolu. 1984 yılında Suriye’de milattan önce dördüncü bin yıldan kalma dikdörtgen şeklinde iki küçük kil tablet bulunur. Tabletlerin üst kısmında bir çukur vardır ve orta kısımlarına çöp hayvanlar çizilmiştir. Bu iki piktografik tabletteki çukur on sayısını, çöp hayvanlarsa keçi ya da koyun olduklarını gösteriyordu; kısacası “Burada on keçi vardı”, “Burada on koyun vardı” gibi bir anlama geliyordu. Bunlar bilinen ve günümüze kalan en eski kil tabletlerdendi. Bu tabletleri yapan çiftçinin amacı büyük ihtimal basit bir tasniflemeydi. Çiftçinin yaşadığı yerleşim yeri şimdi yok, o kilin çekildiği nehirde yok; ama bu iki kil tablete bakarak o zamanlar oralarda akan suları, yemyeşil otlakları, takas yapılan pazarları gözümüzde canlandırıp, hayal kurabiliyoruz.

Yine binlerce yıl evvel Olympos Dağı’ndan yayılan hikayeler Homeros’un dilinden anlatılmasaydı ve çok sonraları papirüslere kaydedilmeseydi, Schliemann henüz çocukken her gece yatmadan önce babasının okuduğu Ilyada ve Odysseia destanı olmayacaktı. Ve yine Schliemann büyülenerek dinlemeseydi bu hikayeleri; yıllarca hayaller kurmasaydı, belki de Troya hala yerin yedi kat altında bir giz olarak kalacaktı.


Buradan bakınca yazı, bir meselin kalıcılığını sağladığı gibi onu okuyacak bir okur da yaratıyor. Yazar, bir anlam üreticisiyse okur, bu anlamı çözen, seslendiren, zenginleştiren kişi oluyor. Sümerlerde yazı okunurken (eskiden okumalar sesli yapılırmış) çıkan seslerin sözcüklerin ruhları olduğuna inanıyorlardı. Böylelikle okur, sayfadaki sözleri kanatlandırıp uçmasına vesile oluyordu. Geriye sayfadaki hareketsiz işaretler kalıyordu. Bu yüzden klasikleşmiş bir deyim olan “söz uçar, yazı kalır” aslında yazıya değil söze övgü düzmek için kullanılıyordu.


Sümerlerden, Antik Yunan’dan günümüze doğru geldiğimizde fabllar, romanslar, masallar öykünün habercisi olmuşlardır. Nihayetinde on dokuzuncu yüzyılda diğer edebi akımların etkisiyle bugün modern öykünün temelleri atılmıştır.


Her edebi metin kendine ait bir atmosfer yaratır ve bir denge kurar. Öyküyü diğer türlerden ayıran ve filizlenmesini sağlayan az sayıda karakter, yalınlığı, kısa oluşu, yoğun bir etki barındırması anlatıyı ayakta tutmak için bir strateji belirleme gerektiriyor. Mekân, zaman, karakterler kullanılan yöntem ve tekniklerle kısa sürede anlatının köklenmesini sağlıyor. Böylece okurunu da yaratmış oluyor.


Ülkemizde öykü hem politik atmosfere hem de kuşaklara göre değişkenlik gösteriyor; her ne kadar diğer edebi türler içinde okuru azınlıkta olsa da iyi öykücülerin ve iyi öykülerin peşinden gitmeye devam eden okurlarla varlığını sürdürüyor. Tıpkı diğer edebi türlerde olduğu gibi okur aracılığıyla yeni anlamlara, başka ruhlara kavuşuyor. Ve yine okur aracılığıyla kanatlanıyorlar.

bottom of page