top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLütfiye Çetin

“Geyikli Gece” şiirinde medeniyet – doğa çatışması merkezinde insan

"Turgut Uyar için varoluş trajik bir meseledir, şiirlerinde de bu düşünceyi yansıtır. Lakin Uyar umutsuz bir şair değildir. Varoluşun trajik olmasını kabul eder ve hayatı özgürce yaşamayı seçer. Karamsarlıktansa doğaya bakıp umut etmek ister. Şiirlerinde de gördüğümüz gibi yaşamı parçalarına böler, kurcalar, yırtar ve onunla mücadele eder."

Lütfiye Çetin, Turgut Uyar'ın Geyikli Gece şiirinden yola çıkarak şairin poetikası üzerine derinlikli bir inceleme yapıyor. Geyikli Gece neymiş, geyikli gecenin karanlığında bizim için şairin gösterecek neleri varmış, bir hayalden yola çıkılarak nasıl başkaldırılırmış, merak edenlere...

Lütfiye Çetin

Turgut Uyarı’ın şiirinde en temel konulardan biri insandır. Nermin Menemencioğlu, Turgut Uyar’ı en nihayetinde kolları, bacakları, korkuları ve sevgileri olan bir insan olarak tanımlar (Menemencioğlu 51). Uyar, aynı zamanda bir şehir insanıdır. Demek ki insan ikiye ayrılır; insan ve şehir insanı. Hobbes’a göre insan, doğası gereği vahşi, bencil ve dürtülerine düşkündür. Bu bağlamda ‘şehir insanı’ anlaşmaya tabi olmuş insandır; toplumsal sözleşmeye uymak için dürtülerini bastırır. Uyar, şiirinde kendini yadsımaya değil, anlamaya çalışır. Öz’ü ya da insan doğasını anlamaya çalışan Uyar’ın şiirinden bahsederken sorgulamadan yahut bir arayıştan bahsederiz. Uyar, yaşadığı zamanı ya da düşüncelerini bütün pencerelerden incelemek ister, kurcalar ve unutmaz. Bu kurcalayış Uyar’ın şiirine de oldukça yansır. Bu arayışın içinde Uyar dili imgesel olarak kullanır, şiirlerinde bütün bir resim çizmektense birbirinden bağımsız kesitler sunar. Dünyanın En Güzel Arabistanı kitabının ilk şiiri olan “Geyikli Gece” de Uyar, bir nevi öz arayışının hikayesini bize anlatır. Anlatıcı geçmişine dair bir anıyı anlatıyormuşçasına “geyikli gece”yi tasvir eder.



Mehmet Kaplan “Göğe Bakma Durağı” yazısında “Geyikli Gece” şiiri için şöyle der: “Şiirde dikkate şayan olan nokta, “geyikli gece”nin zıddı olan şehir medeniyeti ile beraber ele alınmasıdır. Şairin arzu ettiği, […] şehirden, insanlardan kaçmak, “geyikli gece”ye, yani kadına ve tabiata ulaşmaktır. Şehirde yaşanılan hayat insanları ezer, içgüdülerini tatmine engel olur. Halbuki saadet “geyikli gece”dedir. O, insanı yaşadığı zamandan kurtarır, asli kaynağına götürür” (Kaplan 320). Kaplan’ın işaret ettiği tezatlık şehir ve aşk arasındadır. İnsan – şehir insanı ikiliği içerisinde bir öz arayış göz önünde bulundurulursa, bu tezatlık medeniyet ve doğa bağlamında da incelenebilir. Dolayısıyla, bu yazımda “Geyikli Gece” şiirini medeniyet – doğa çatışması ve insan odağında inceleyeceğim.


“Geyikli Gece” şiirinin açılışı ile anlaması zor, çok anlamlı ve mecazi bir dil dünyasının içine düştüğümüzü anlarız. Anlatım “in medias res, konunun orta yerinden” başlıyor gibidir. İlk dizeler okuyucuda merak uyandırır. Korkulacak ya da naylondan olan şey nedir gibi sorular aklımıza gelir:


Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar (Uyar 9)


Korkulacak bir neden olmamasına karşın kişi “çocuklar gibi” korkar. Burada kişinin iç dünyası gözler önüne serilir. Korku hissi anımsatılır. V.B Bayrıl, buradaki korku hissini “var olmanın tedirginliğiyle kuşatılmış bir korku” olarak tanımlar (Bayrıl 155). Toplu ölümlerden bahsedilir ve her şey “naylon”dandır (Uyar 9). Naylon imgesi bir yapaylık çağrıştırır. Mehmet Yılmaz ise naylon imgesini iki bağlamda okur (Yılmaz 1897). Ona göre, ilk olarak, naylon, yapay olma durumunu çağrıştırdığı için 1950’ler Türkiye’sinin kentleşme sürecine atıfta bulunulmuştur. İkinci okuması ise, naylonun aynı zamanda yapmacık tavır olarak düşünülebileceği üzerinedir. O halde, yapmacık tavır, kentte yaşayan modern bireyin özelliklerinden bir tanesidir. Böylece insan ikiliği tekrar karşımıza çıkar. Fakat, korkular ve yapaylık “geyikli gece”den ayrıdır. Bütün korkular “geyikli gece”nin bulunması ile son bulmuştur. Bu durumda “geyikli gece” bir tür kaçış mekânı olarak karşımıza çıkar. İlerleyen dizelerde ise “geyikli gece”nin özellikleri sıralanır:


Geyikli geceyi hep bilmelisiniz

Yeşil ve yabani uzak ormanlarda

Güneşin asfalt sonlarında batmasile ağırdan

Hepimizi vakitten kurtaracak (Uyar 9)



“Geyikli gece”, “asfalt”ın bittiği, “yeşil ve yabani ormanlar”ın başladığı yerdedir. İnsanları vakitten kurtarır. Kurtarılan şeyin vakit olması önemlidir. Vakit, belirlenmiş bir zaman dilimidir. “Geyikli gece” kentleşmiş modern bireyi gündelik işlerinden, iş mesaisinden ya da zamanlı işlerinden kurtarır. Bu kaçış mekânı karanlıkta, güneşin batması ile ortaya çıkar. Dolayısıyla “geyikli gece” her zaman bilinmelidir; kişi sürekli hatırlamalı ve unutmamalıdır. “Geyikli gece”nin özelliklerinin anlatılmasıyla kaçış mekanının konumlandığı yer bariz hale gelir. Bu mekân, şehrin bittiği, günlük işlerin önemini yitirdiği yer olan doğadır. Karşıtlığı ise medeniyettir. Medeniyet “toprağı sürdük” sözleriyle karşımıza çıkar. “Gladyatörler” ve “dişliler” ise medeniyetlerin içerisindeki savaşı ve sanayileşme sürecini temsil eder gibidir. Fakat, toprağı sürme sürecinde insanlık “kaybol”ur; kendi olmaktan çıkar. Bu nedenle “geyikli gece” “büyük şehirlerden” kurtarılmalıdır. Anlatıcı, kurtarma sürecini şöyle dile getirir:


Gizleyerek yahut döğüşerek

Geyikli geceyi kurtardık


Böylelikle “geyikli gece” bir mekân özelliği daha kazanır. Kaçış mekânı aynı zamanda kurtarılmış bir mekân olur. Yani, “geyikli gece” hem kurtarıldıkça hem de insanı kurtardıkça var olur. Uygarlığın kurucusu olan insan ise “geyikli gece”nin var olduğunu bilerek “umut” taşır.


“Geyikli gece”nin, yani doğanın karşısında konumlandırılan medeniyet, tarım, sanayi ve savaş ile ilişkilendirilir. Anlatıcı ilerleyen dizelerde “geyikli gece”yi tanımlarken doğa imgeleri kullanmaya devam eder:


“Geyikli gecenin arkası ağaç

Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü

Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı” (Uyar 10)


“Ağaç”, “su”, ve “gökyüzü” birebir doğadan alınmış imgelerdir ve “geyikli gece”nin doğa olduğuna tekrardan atıfta bulunurlar. Burada anlatım kısa bir süreliğine değişir. Anlatıcı sanki “geyikli gece”nin içerisinde, orayı görerek betimliyor gibidir. Aşk da “geyikli gece”nin içerisindedir. Aşk artık bulunmayan bir duyguymuş gibi anlatılır:


İster istemez aşkları hatırlatır

Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş

Şimdi de var biliyorum (Uyar 10)


“Bir yandan toprağı sür[erken] / Bir yandan kaybol[an]” (Uyar 9) anlatıcı, muhtemelen kayboluşu ile hissettiği duyguları da kaybetmiştir. Dolayısıyla aşk, şehir mekânında adeta bir efsane olarak anlatılır. Fakat aşk “geyikli gece”de hâlâ “eski” ve en doğal hali ile yaşanır:


Örneğin Manastırda oturur içerdik iki kişi

Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek

Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı

Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi

Geyikli gecenin karanlığında (Uyar 10)



Böylece aşk, bütün cinselliği ve en saf hali ile karşımıza çıkarken “geyikli gece” mekanının içinde konumlandırılır. Aynı zamanda “geyikli gece”nin konumu ve nasıl gidileceği, daha doğrusu, nasıl gidilemeyeceği anlatılır:


Hiçbir şey umurumda değil diyorum

Aşktan ve umuttan başka

Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı

Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor


Biliyorum gemiler götüremez

Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini (Uyar 10)


“Geyikli gece” insanın belleğinde, yani zihnindedir ve geçiş için gerekli olan şey “üç kadeh ve üç yeni şarkı”dır. Alkol, insanı sarhoş eder ve kendi bilincinden uzaklaştırır. Böylelikle kişi kontrolü elden bırakarak duygularına ve içgüdülerine teslim olur. Kontrolün bırakıldığı ve saf duygulara geçildiği noktada da “geyikli gece”ye geçiş gerçekleşir. Bu nedenle “geyikli gece” fiziki bir mekân değildir. İnsanlar oraya bir gemi ile gidemez, şehrin “neon” ışıkları ve aklın ürettiği “teoriler” orayı aydınlatamaz ya da sızamaz. “Geyikli gecenin karanlığında” hepsi kaybolur.


Böylelikle şiirdeki zıtlık unsurları iki farklı mekân ile karşımıza çıkar; gerçek, fiziki mekân olan şehir ve düşsel mekân olan “geyikli gece”. Aynı şehirde yaşamalarına rağmen, “geyikli gece”yi bilen insanlar ile şehirde yaşayan insanların özellikleri birbirinden farklıdır. “Geyikli gece”yi bilen insanlar herkesin unuttuğunu hatırlayanlardır. Aldatılmışlar fakat aldanmamışlardır; dürtülerine, özlerine hâlâ sahiptirler ve özlemini çekerler. Şehir insanları ve “geyikli gece” insanları ayrımı bu dizelerde keskin bir şekilde ayrılır. “Durum[ları] başta ve sonda ayrı ayrıysa / Başta ve sonda ayrı oldu[klarındandır].” Şehir insanları “büyük oteller”de, “kesme avizeler” ve “çıplak kadın omuzlarında” eğlenirken, “geyikli gece” insanları zamanın nasıl geçtiğini bilmeden, bu eğlencelere şaşırır (Uyar, 11).



“Geyikli gece” insanları için söylenilen ‘biz’lik anlatısı mesaisinden yakınan, hayatını maaştan maaşa kuran alt sınıf olarak okunabilir. Karşı tarafına konumlandıran şehir insanları da bu denklemin içerisinde zengin sınıfıdır. Mesai ile çalışan sınıf “hüzün”lüdür. Fakat anlatılan hüzün, üzgünlük durumundan daha çok öfkeye işarettir. Şehir hayatı içerisinde “çaresiz” düşen bu sınıf, hukuk ya da ahlak kurallarını çiğneyerek, yani toplumsal sözleşmeyi bozarak, toplumla çatışmayı hayal etmektedir:


Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız

Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk

Yahut bir adam bıçaklasak

Yahut sokaklara tükürsek (Uyar 11)


Bu hayal bir başkaldırı olarak okunabilir. Dürtülerini, aşkını ve kendini sürekli bastırmak durumunda kalan bireyin isyanı, toplumsal sözleşmeyi bozmak olabilir. Lakin çarenin çatışma olmadığını bilirler:


Ama en iyisi çeker giderdik

Gider geyikli gecede uydurduk (Uyar 11)


Anlatıcı için çare her zaman kaçış mekânı olan “geyikli gece”dir. Böylelikle, toplum ile çatışmaktansa kaçmayı, yani “geyikli gece”ye geçmeyi yeğlerler. Şiirin sonlarına doğru anlatıcı bir nevi neden “geyikli gece”de kalmak istediğini savunur. Anlatım yeniden kısa bir süreliğine değişir:


“Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede

İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı

Sultan hançerleri gibi ayışığında

Bir yanında üstüste üstüste kayalar

Öbür yanında ben” (Uyar 11)


Anlatıcı tekrar “geyikli gece”nin içindeymişçesine etrafını betimlemeye başlar. Karanlığın içerisinde “geyiğin gözleri” sanki bir yardım ışığıymış gibi parıldar ama “imdat ateşleri” ürkektir. Medeniyet – doğa çatışmasının ortasında kalan insan yardım ister fakat bitmek bilmeyen korku ve endişe hali onu bırakmamaktadır. Anlatıcı savunmasını yapmaya başlar:


Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım

Eskimiş şeylerle avunamıyoruz

Domino taşları ve soğuk ikindiler

Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık

Gölgemiz tortop ayakucumuzda

Sevinsek de sonunu biliyoruz (Uyar 11)



Kişi artık şehir mekânında avuntu bulamadığını anlatır. Domino oynamak, caddelerde gezmek onun için yeterli değildir, ona uzaktır. “Kalabalık”lar yabancıdır, kişi kendini şehir mekanına ait hissetmez. Gölgesi bile ayakucunda toplanmış, gitmeye hazırdır. Böylelikle “geyikli gece”ye son defa geçiş başlar:


Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum

İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada

Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum (Uyar 11)


Ekonomik sıkıntılar artık anlatıcının umurunda değildir, dünya onsuz dönmeye devam eder. Her şey şehir mekânında kalmak için hazırdır. İnsanın “geyikli gece”ye geçmesi, insan – şehir insanı ikileminin nedeni olan topluluk sözleşmesine artık tabi olmadığı anlamına gelir. Böylelikle anlatıcı dürtüleri, aşkı ve cinselliği ile sadece bir ‘insan’ olabilecektir. Yaptığı savunma ile toplum, kişiyi “ilk oturumda suçsuz” bulur. Önder Otçu kişinin suçsuz bulunmasını toplumun kişiyi haksız çıkarmak için gerçekleştirdiği bir hareket olarak okur (Otçu 215). Kişi toplumdan uzak durma seçimini yapmış, “önceden ayrılış”ını gerçekleştirmiştir. Bu ayrılık toplumu suçlu hissettirecek, böylelikle toplumu tehdit edecektir. Çünkü kişinin suçu hazzın gerçek olduğunu göstermektir. Fakat kanaatime göre toplum, kişiyi haksız çıkarmak için değil, anlatıcının toplum huzurunu bozmaması için affetmiştir. Çünkü kişi şehir mekânında kaldıkça hukuk ve ahlak kurallarını çiğnemeyi çoktan hayal etmiş, bunu dile getirmiştir (Uyar 9). Seçimini yapmış olan kişi her hâlükârda “geyikli gece”ye geçmek için elinden geleni yapacaktır ki “geyikli gece”ye gidiş – geliş çoktan başlamıştır. Toplum da bunun farkındadır.


Kişi “bir bardak şarabı” kendi için içer. Alkol ile bilinç kontrolü bırakılmıştır. “Geyikli gece”nin içindeki anlatıcı tekrar gelir:

“Halbuki geyikli gece ormanda

Keskin mavi ve hışırtılı

Geyikli geceye geçiyorum” (Uyar, 11)


Burada sanki bir şaşkınlık hissi vardır. Anlatıcı “geyikli gece”nin “ormanda” olmasını beklerken, kendini başka bir yerde bulmuş gibidir. Ama anlatıcı yine de “geyikli geceye” geçişini tamamlar.


Şiirin en son dizesinde anlatıcı “uzanıp kendi yanakları[n]dan [öper]”. Şaşkınlık hissi anlatıcıdan okuyucuya geçer. Kişi artık bölünmüş, tabiri caizse iki vücut haline gelmiştir. Kendisine uzanır ve uykuya dalmak üzere olan bir çocuğu yatırır gibi kendini uykuya yatırır. İnsan – şehir insanı ikilemi şimdi iki bedende vücut bulmuş, şehir insanı vücudu uykuya geçmiştir. Vakit, insanın “geyikli gece”de yaşama vaktidir.



“Geyikli Gece” şiirinde “geyikli gece” doğa olarak tasvir edilir. “Yeşil”, “yabani” ve “asfalt”ın bittiği yerdedir (Uyar 9). “Geyikli gece”nin var olmasıyla insan huzura kavuşabilir, şehir mekanının, modernliğin ve medeniyetin zorunlu kıldığı tüm şartlar önemsiz hale gelir. Savaşların, sanayinin ve ekonominin neden olduğu korku, çaresizlik ve endişe hali, “geyikli gece”nin karanlığıyla silinir. “Geyikli gece”deki insan heyecanlı ve kaygısızdır. Yeniden umut etmeye ve aşka inanmaya başlar; özüne, duygu ve dürtülerini özgürce yaşayabileceği yere geri döner. “Geyikli Gece” şiiri doğa – medeniyet çatışması üzerinde kurulmuş, kanaatimce insan özünü inceleyen bir şiirdir. Bu çatışma insanları insan – şehir insanı olarak ikiye böler. Kişinin şehir mekânında yaşadığı korku, endişe ve hüzün durumu, depresifl bir duygu durumundan ziyade medeniyete ve onun zengin sınıfına olan öfkedir. Dürtülerin bastırılması, “geyikli gece”nin “bilinmesi”, yani hatırlanması ile gereksiz hale gelmiştir. Çünkü artık “insan” olarak yaşanabilecek bir mekân bulunur. Lakin bu mekân, şehir mekânı gibi fiziki bir mekân değildir; düşseldir, alkolle, yani bilincin kontrolünün bitirildiği yerde ortaya çıkar. Suçsuz bulunan kişi artık özgürleşmiştir. Çatışma içindeki insanın bölünmüşlüğü adeta iki vücut olarak karşımıza çıkar. Biri derin bir uykuya geçmeye hazırken, diğeri onu yatırmaya ve yaşamaya hazırdır. Böylelikle çatışma bedenselleşir. Turgut Uyar için varoluş trajik bir meseledir, şiirlerinde de bu düşünceyi yansıtır. Lakin Uyar umutsuz bir şair değildir. Varoluşun trajik olmasını kabul eder ve hayatı özgürce yaşamayı seçer. Karamsarlıktansa doğaya bakıp umut etmek ister. Şiirlerinde de gördüğümüz gibi yaşamı parçalarına böler, kurcalar, yırtar ve onunla mücadele eder.



KAYNAKÇA

Kaplan, Mehmet. Şiir Tahlilleri 2: Cumhuriyet Devri Şiiri. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2019.

Şiirde Dün Yok Mu: Turgut Uyar Üzerine. Haz. Tomris Uyar. İstanbul: Can Yayınları, 1999.

_________________________________. Bayrıl, Vural B. “Ne Varsa Geyikli Gecede İdi”, s. 154-157.

_________________________________. Menemencioğlu, Nermin. “Turgut Uyar’ın Şiiri”, s. 50-59.

_________________________________. Otçu, Önder. “Yalnızlığın Kusursuz Çekirdeği”, s. 204-228.

Uyar, Turgut. Dünyanın En Güzel Arabistanı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020.

Yılmaz, Mehmet. “Kente Alışamayan Uyumsuz Bireyin Öyküsü: Turgut Uyar’ın Geyikli Gece Şiiri Üzerine Bir Tahlil Denemesi”. Turkish Studies – Language and Literature 6/3, s.1893-1906.



Comentarios


bottom of page