Haklı Savaş Yoktur
Doğuş Sarpkaya, barışı savunan romanları, merkezine Jaroslav Hašek’in Aslan Asker Şvayk, Leonid Andreyev'in Kızıl Kahkaha ve Evelio Rosero'nun Ordular adlı kitaplarını alarak yazdı: "İnsanların birbirini öldürmesinin meşrulaştırıldığı her durum, egemenin madun karşısında daha da pervasızlaşmasına kapı araladı."
Barış, amasız fakatsız gerçekleşmesi gereken bir şey olmasına rağmen imkânsız bir ütopya gibi algılanıyor. Çünkü insanlık tarihin her döneminde savaşacak bir şey buldu. Kimi zaman kutsal sebepler ileri sürülmüş kimi zamansa insani değerler öne çıkarılmış olsa da savaşların çıkmasına neden olan ana sebep aynı kaldı: Daha fazla kazanma isteği ve daha fazla kişiye, mekâna, toprağa hükmetme arzusu. Sahip olma hırsının tetiklediği tüm kötülükler, savaş ile birlikte tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildi. Savaş aynı zamanda eşitsizliklerin daha da derinleşmesine hizmet etti. İnsanların birbirini öldürmesinin meşrulaştırıldığı her durum, egemenin madun karşısında daha da pervasızlaşmasına kapı araladı. Şu anda Rusya’nın Ukrayna’ya girmesiyle tüm dünyanın ilgisi yine bir savaşın üstünde. Yine iktidarını genişletme arzusu insan hayatından daha değerli görülüyor. İşin kötüsü kimileri haklı bir savaş olabilirmiş gibi birbirini öldüren taraflardan birini güzelleyebiliyor.
Bu arada şunu da vurgulamakta fayda var: Savaş, sadece devletler arasında gerçekleşen bir olay değil. Sınıflı toplum aynı zamanda süreğenleşen bir mücadelenin alttan alta sürdüğü bir zemin yaratıyor. Mark Neocleous’un deyimiyle: “Klasik askerî anlamıyla, devletler-arası örgütlü şiddet bağlamındaki ‘savaş’ değil de daha ziyade bir ‘toplumsal savaş’ ya da bir ‘iç savaş’” olarak adlandırabileceğimiz bu durum, günlük hayatımızın her alanını savaş terimleriyle doldurmamıza neden oluyor. Öyle ki hayatın her alanında stratejiler, saldırılar, savunma hatları, avlar, fetihler, ricatlar, mevziler ve manevralardan bahsedilmeye başlanıyor. Savaş, dile, gündelik konuşmaların içine sızdıkça normalleşiyor.
Savaşın hayatın içinde kapsadığı geniş alana rağmen lanetlenen bir şey olmasını sağlayan önemli araçlardan biri ise edebiyat. Körleşmeye, duyarsızlaşmaya, hafızasızlaşmaya karşı insanı tetikte tutan, barış idealinin gerçekleşebileceğine dair umudun ve inadın kaynağı olan bu sanatsal tür, savaşın pervasızlığına karşı durmanın en önemli araçlarından biri olmayı başardı. Behçet Çelik’in Barış, Eşitlik ve Edebiyat başlıklı yazısında vurguladığı gibi edebiyat insan hayatını kutsadığı ve savaşın yarattığı felaketlere karşı farkındalık yaratmayı başardığı için barışın savunucusu olagelmiştir. Ama edebiyatın barıştan yana tavır alışının sebepleri bununla sınırlı değil: “Edebiyatın barışa esas katkısı ise şudur: Barışın mümkün olması için eşitlik gerekir; edebiyat da bizi eşit kılar.”
Gülme, Savaş ve Roman
Roman türü ortaya çıktığından bu yana savaşları konu edinmek zorunda kaldı. Nitelikli romanlar, büyük alt üst oluşların yaşandığı ve kapitalizmin muzaffer oluşuyla sonuçlanan tüm süreçler boyunca toplumsal yaşamdaki dönüşümleri yansıtmayı başardı. Sadece klasik anlamda savaşları göz önünde bulunduran hatırı sayılır bir edebi birikimin olduğunu söyleyebiliriz. Savaş tanımını Neocleous’un bahsettiği anlamda genişlettiğimizde ise bugüne kadar yazılmış neredeyse tüm romanları konumuzla ilişkilendirmemiz mümkün. Her roman farklı bir yol izleyerek barışın gerekliliğine vurgu yapmanın bir yolunu buldu, bulmaya da devam ediyor.
Roman türü bir taraftan da egemen aklın savaş güzellemelerine karşı, yeni düşünüş biçimlerinin olanaklarını da yaratmayı başardı. Özellikle mizahı etkin kullanan eserler, savaşın korkunçluğu ile karşıtlık oluşturarak, gerçekliğin açığa çıkmasını sağladılar. Egemenlerin savaş anlatılarının bir kısmı savaşın yüceltilmesine dair arı, soru barındırmayan bir retoriği seçerken, bir kısmı ise kahramanlığı yücelten epik hikâyelerden oluşur. İki türün de ortak özelliği tüm vahşeti anlatırken ciddi bir ton taşımaları ve savaşı olumlamalarıdır. Savaş karşıtı yazılar da aynı ciddi tonu miras alarak, bezdiriciliğe savrulmuş ve insanların savaş üzerine düşünmelerini sağlama noktasında yetersiz olmuştur. Oysa dönüştürücü, sahici ve evrensel gülme eylemini tetikleyen eserler üçüncü bir yolun mümkün olabileceğini hatırlatırlar.
Savaş karşıtı romanlar içerisinde mizahın imkanlarını kullanmasıyla öne çıkan Jaroslav Hašek’in Aslan Asker Şvayk’ı da hem iktidarın savaşı öven monoloğunu hem de barış savunucularının can sıkıcı ciddiyetini bertaraf etmeyi başarmasıyla ön plana çıkan bir eser. Hašek, kurduğu dil ve seçtiği biçimle kitabın başından sonuna kadar savaşı halkın hisleriyle açıklama gayretinde olduğu izlenimi yaratır. Lakin Hašek’in siyasal dili, halkın kaderci dilini aşarak, savaşın anlamsızlığını, orduların gereksizliğini dolaysız bir şekilde anlatmayı yansıtmayı başarır.
Hašek romanın en başında Şvayk karakterini toplumun göbeğinden seçer ve sıradan insanın sistem dışı kalma çabasını vurgular. Şvayk karakterinin sıradan bir ahmak olmadığını daha ilk satırlarda öğreniriz: O, sokak köpeklerini cins köpek niyetine pazarlayan, akşamları Prag meyhanelerinde ipe sapa gelmez, ucu bucağı olmayan öyküler anlatan bir halk bilgesidir. Birbiriyle bağlantısı olmayan, hayatın içinde oradan oraya sürüklenen bir maceraya düşer Şvayk. Lakin sürüklendiği her maceraya kendi yorumunu katarak, en kötü durumlardan bile sıyrılmayı başararak, yaşamını sürdürür. Gülme, Şvayk aracılığıyla yaşananları absürtleştirerek, militarizmin, bürokrasinin, egemen düzeninin saçmalıklarını ortaya serer. Hašek’in, Aslan Asker Şvayk’da benzersiz bir şekilde başardığı şeylerden biri de mizahın olayların ağırlığını küçümsemesine izin vermemesidir. Hašek’in mizahı olayların ağırlığını omuzlayarak, gerçekliğin kan donduruculuğunu göğüsleyerek okurunu güldürmeyi hedefler.
Dünya Çıldırmaya Başladığında
Yine de Hašek’in savaşların yarattığı kitlesel histeriyi yansıtmakta yeterince başarılı olduğunu söylemek zor. Bu eksikliği Aslan Asker Şvayk’ı yermek için vurgulamıyorum. Daha çok bir durumu tespit etmeye çalışıyorum. Bu eksiklik neredeyse tüm klasik eserlerde gözlemlenebilir. Savaşın beyhudeliğini, insan ruhunu paramparça edişini anlatan pek çok eser asırlardır yazılıyor. Fakat neredeyse son dört yüz yıldır savaş tüm dünyaya yayılan bir hastalığa dönüştü. Edebiyatın buna tepkisi toplumlara etkisi bağlamında gerçekleşti. Büyük savaş anlatıları da huşu içinde izlenen bir olayın etkilerini taşıdı. Sefiller’in Waterloo Savaşı’ndaki topları, süvari birliklerini betimleyişi, Savaş ve Barış’taki karşılıklı taktiksel hamlelerin analizi savaşın vahşetinden bahsedilmesinin önüne geçmişti. Savaşın bireyi nasıl geri dönülmez şekilde sakatladığını anlatan eserler için ise yirminci yüzyılı beklememiz gerekiyordu.
Leonid Andreyev’in, dünyayı kitlesel bir histeriye sürükleyen cihan harplerinden önce 1904’te yaşanan Rus-Japon Savaşı’nı anlatan Kızıl Kahkaha’sı, askerlerin ruhunda açılan yaraları merkezine almasıyla dikkat çekmeyi başaran bir roman. Andreyev’in, on binlerce insanın bir hiç uğruna ölüme gönderilmesine isyan ettiği Kızıl Kahkaha, yaşanan cinnet hâlinin bireyi nasıl insanlık dışı bir duruma ittiğini, savaştaki sıradan askerlerden birinin gözünden anlatıyor. Kitap bir Rus subayının tuttuğu günlüğün savaşa katılmayan kardeşi tarafından tamamlanışını anlatır. Anlatıcı subay, geri çekilme manevraları sırasında yaralanıp bacaklarını kaybeder. Eve döndüğünde onu hayata tutan tek şey yazdığı bir günlüktür. Ama kısa süre sonra hayatı noktalanır. Savaşa katılmayan ama savaşın etkilerini tüm yaşam alanlarında iliklerine kadar hisseden kardeşiyse bu günlükleri okuyunca yazmaya devam eder.
Kızıl Kahkaha, savaş betimlemelerine, vahşetin gerçekleşme şekline odaklanmak yerine yaşananların bireyde yarattığı sarsıntıya dikkat çekiyor. Andreyev’in kitaba “Cinnet ve dehşet… Adı önemli olmayan bir yolda keşfettim ilk kez bunu”, satırlarıyla başlaması da bundan. Bu satırlardan sonra göğüs göğse çarpışma, bombalarla, mermilerle bedensel uzuvlarını kaybetme gibi ayrıntıları okuyacağımızı zannediyoruz ama onun yerine bitmek bilmeyen yürüyüşlerle, sıcağın kavurduğu bedenlerle, yorgunluktan aklını yitirmeye başlamış askerlerin hissettikleriyle karşılaşıyoruz sayfalar boyunca. Sonrasında tüm askerleri ele geçiren deliliğe odaklanıyor, Andreyev. Vaktinden önce yaşlanan insanların artık eskisi gibi olamayacaklarını vurguluyor.
Savaşın tüm dünyayı saran cinnetinden önce bir uyarıda bulunuyor aynı zamanda. Çünkü yazara göre, kızıl kahkahanın etkisiyle herkesi ele geçirme tehlikesi insanlığın yarattığı tüm güzellikleri yok edebilir. Onun sesini duyduğunu anlatmaya çalışıyor okurlarına Andreyev: “Kızıl kahkaha bu. Dünya çıldırdığında işte böyle gülmeye başlar. Dünyanın çıldırdığını biliyorsun değil mi? Ne çiçekler var üstünde ne de şarkılar; derisi yüzülmüş bir baş gibi yuvarlak, pürüzsüz ve kızıl artık. Görüyor musun onu?”
Bugünün Savaşları
20. yüzyılın iki büyük savaşı, barışın neden tüm insanlık için gerekli olduğunu kanıtlamıştı ama tüm kanıtlara rağmen insanlık savaşmaya devam etti. 21. Yüzyıla gelindiğinde ise savaş, toplumların dizayn edilmesinde bir enstrüman haline geldi. Nizami ve “dış” düşmana karşı girişilen, sivil ölümlerin asgari düzeyde olduğu savaşların yerini bölgesel ya da iç, düşük yoğunluklu çatışmalar aldıkça, şiddet toplumsallaşarak, tüm kesimler için tehdit oluşturmaya başladı. Claudia Aradau’nun cümlesiyle ifade edersek: “Barış, güvenlik, düzen, hukuk ve adalet savaş tarafından etkili bir biçimde ters çevrilmiş ve toplumsal düzen de gerçek bir savaş meydanı olarak belirmiştir”. Muhalif olan her hareketi terörist olarak kodlayarak bir iç düşmana dönüştüren devlet aklı da bu duruma eşlik edince tüm dünyayı sarıp sarmalayan bir şiddet ortamı yaratıldı.
Farklı ülkelerdeki edebiyatçıların bu durumu eserlerinin konusu haline getirmeleri kaçınılmazdı. Yaklaşık kırk yıldır düşük yoğunluklu iç savaş yaşanan Kolombiya için de durum böyle. Kolombiya’da savaşın normalleşmesinin insanlarda yarattığı çaresizliği ve tepkisizliği anlatan romanlardan biri olan Evelio Rosero’nun Ordular’ı hem savaşın yarattığı kitlesel histeriyi yansıtmasıyla hem de içinde barındırdığı mizah duygusuyla incelenmeyi hak ediyor. Rosero, emekli bir köy öğretmeninin gözünden bir köyü -San Jose- mercek altına alarak, savaşın normalleşmesini sorguluyor romanında: Emekli öğretmen Ismael Pasos, günlerini evinin bahçesinde portakal toplayarak ve komşusunun güzel karısını röntgenleyerek geçirmektedir. Savaş henüz köylerine ulaşmadığı için, köyün içinden geçen köyleri boşaltılmış insanların durumunu anlayamaz. Köylüler, savaş sınırlarına dayanmasına rağmen, küçük hesapları ve zaafları ile yaşamaya devam etmektedirler. Ama her şey orduların köylerine gelmesiyle değişecektir.
İstisna halinin ve ölüm politikasının hüküm sürdüğü Kolombiya kırsalında hayatta kalma ve delirmeme stratejileri üzerine düşünüyor Rosero, Ordular’da. Pasos’un gözünden anlatılan küçük köy, savaşın farkındadır. Kaçırılan insanlara, arada bir basılan mekânlara, köyün kenarından yollarına giden savaş mağdurlarına gözlerini kapamamıştır. Ama bazen öyle anlar gelir ki, şiddete maruz kalanlar bile yaşadıklarını şaka olarak algılarlar: “Birkaç yıl önce Chepe’yi kaçırdılar ama kısa sürede ellerinden kurtulabildi: Kendini bir uçurumdan aşağı atmış ve altı gün boyunca dağdaki bir yarığın içinde saklanmış: Bunları büyük bir gururla ve sanki hepsi bir şakaymışçasına gülerek anlatıyor.” Savaş tüm sıcaklığı ile köye dayandığı zaman ise insanlar ne yapacaklarını bilemezler. Köyü kimin ele geçirdiği konusunda bile fikir sahibi değildirler. Artık saf şiddete maruz kalan isimsizler kervanına katılacaklardır. 220 bin ölüden ya da 6-7 milyon mülteciden biri olmak dünyanın en doğal şeyi gibi görülecektir.
Rosero yaşanan vahşeti ununu elemiş eleğini asmış, unutkanlığın pençesinde emekli bir öğretmenin gözünden anlatarak dramatik etkiyi arttırmayı hedeflemiş ve başarılı olmuş. Ismael Pasos savaş ilerledikçe unutkanlığın ve deliliğin sınırlarına yaklaşıyor. Ama Rosero kahramanının güvenilmez anlatıcı olmasına da izin vermiyor. Pasos, köydeki herhangi bir kişiden daha az ya da daha çok şey bilmiyor. Belirsizlik herkes için bir tehdit çünkü. Saat başı el değiştiren sokaklar, köy çevresine tuzaklanan mayınlar, patlayan bombalar altında sıradan insanın bir şey öğrenmesi mümkün olmuyor zaten. Rosero, ölmekten korkmayan Pasos’u bu keşmekeş içerisinde sokaklarda dolaştırarak yaşanan vahşetin kaydını tutmayı başarıyor. Zaten gerçek olamayacak kadar insanlık dışılaşmış savaş ortamını yaşlı bir adamın sanrıları, unutkanlıkları, zaafları ve korkularıyla birlikte yansıtmayı seçerek romandaki gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor yazar. Ordular, ezenlerin kontrol etme mekanizması olarak gördüğü savaşın yarattığı çöküşü anlatan bir roman.
Savaşlar, bugün dünyanın dört bir yanında sürüyor. Rusya’nın, Ukrayna’ya saldırmasıyla sadece bu durumu anımsadık. Savaşın merkez ülkelerden uzaklaştığı yanılsaması, hiç yaşanmıyormuş gibi algılanmasına neden oluyordu. Drone’ların, füzelerin, uçakların etkili olduğu zamane savaşları ise video oyunuymuş yanılsamasını destekledi. İlk kez Körfez Savaşı’nda canlı yayında savaş seyretmeyi deneyimleyen insanlık, bir süredir bilgisayar başında cephelerde yaşananları anbean izleyebiliyor. Oysa savaşın içinde yaşamak zorunda olan insanlar için durum böyle değil. Asker yahut sivil, savaş ortamında bulunan herkes, şiddetin en katıksız hâlinin yaşandığı bu olayın etkilerini ruhlarının derinliklerine kazıyor. Savaş meydanlarında ruhları parçalanan insanların hissettiklerini anlatmak ise hâlâ nitelikli edebi eserlerin sırtına yüklenmiş durumda. Okurlara da savaşa hayır demek ve barışı koşulsuz savunmak gerektiğini hatırlamak için inatla bu eserleri okumak düşüyor.
ASLAN ASKER ŞVAYK
Jaroslav Hašek Can Yayınları, 1. Baskı – Şubat 2006 Çeviri: Celal Üster
KIZIL KAHKAHA
Leonid Andreyev
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2019
Çeviri: Mustafa Kemal Yılmaz
ORDULAR
Evelio Rosero
Can Yayınları, 2016
Çeviri: Süleyman Doğru
Bu yazı Kitap Eki Dergisi 8. sayısında yayımlanan “Barışı Savunan Romanlar” yazısının gözden geçirilmiş halidir.
Comments