top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Rus edebiyatının yemyeşil, güçlü dalı: Mihail Şişkin

Mihail Şişkin'in farklı zamanlarda yayımlanmış öykülerinden ve denemelerinden oluşan kitabı Mürekkep Lekesi üzerine Ayşe Başcı yazdı. "Şişkin'in edebiyatı; Dostoyevski’nin insan ruhuna daldıkça doğurduğu büyüleyici kasveti, Gogol’ün alaycılığını, Bulgakov’un hicvini, Tolstoy’un bilgeliğini, Puşkin’in romantizmini bir araya getiren bir mirasçı."


“Edebî gelenek yaşayan bir varlıktır. Bir bitkidir.

Gövdeden dallara su yürür. XIX. yüzyıl, Rus edebiyatının gövdesidir. Sonra dallanıp budaklanır. Her yeni yazar nesli sonbaharla birlikte dökülen yapraklardır. Bazı filizler kalınlaşıp dal olur. Pencere önü çiçeklerinin yapraklarından farklı olarak tutunacakları dallarını kendileri seçerler. Yukarılara tırmanan, ağacı gökyüzüyle kucaklaştıran o ana dalı bulmak mühimdir.” (s. 118)


Mihail Şişkin, Erdem Erinç’in mükemmel çevirisiyle Jaguar Kitap tarafından yayımlanan Mürekkep Lekesi kitabındaki “Duvara Kazınmış Kayığın İçinde” adlı denemesinde Rus edebiyatını, beraberinde de aslında her ülkenin/ulusun edebî geleneğini böyle tanımlıyor.


Edebiyatı ülkelere ya da uluslara göre sınıflandırma geleneği akademinin taksonomi merakından mı doğmuş bilmem. Ama şu bir gerçek ki özellikle 18. yüzyıldan itibaren edebiyat ile siyaset birbirinden beslenip birbirini etkileyerek bu taksonomiyi haklı çıkarıyor. Dünyadan tamamen yalıtılmış bir edebiyat olamayacağını aklımızın bir köşesinde tutmak koşuluyla, bu sınıflandırmanın okur için de bazı kolaylıklar getirdiği muhakkak. Dolayısıyla ben de bu yazı boyunca aynı çerçevede “Rus edebiyatı” ifadesini kullanacağım.


Hayatıma giren ilk Rus kara kuru, çirkince simasıyla Dostoyevski oldu. Kasvetten, ümitsizlikten ve hayranlıktan müteşekkil tuhaf bir duyguyla okuduğum “Dosto”nun peşi sıra Puşkin, Çehov, Tolstoy, Gogol ve Turgenyev geldi. Rus edebiyatının “Altın Çağı” olarak tanımlanan 19. yüzyılın şair ve yazarları sayesinde Çarlık Rusya’sını, romantik/epik vatanseverliği, şu kocaman kâinatın içindeki bencil bir toz zerresi olarak insanı, bu insanın kaderle bitmek bilmeyen mücadelesini, aile denen (ve çoğu zaman oluk oluk irin akıtan) yapıyı, tüm kurumlarıyla acınası durumdaki “devlet”i gördüm. Okuduğum her Rus yazarla birlikte Rusça öğrenmeye niyetlendim. Her seferinde gözüm korktu, vazgeçtim. Çevirmenlere güvenmeye devam ettim.


Sonra Bulgakov, Zamyatin gibi 20. yüzyıl yazarlarıyla tanıştım. İtiraf edeyim, o zamana kadar gönlümün efendisi karanlıklar prensi Dostoyevski’ydi. Fakat Bulgakov müthiş hayal gücü ve lezzetli hicviyle kalbimde yeni bir kategori açtı ve orada birinciliğe yükseliverdi. Artık kendi çapımda genel sıralamamın az çok yerli yerine oturduğunu zannederken, Rus “edebî geleneğinin” gövdesinden ve güçlü dallarından doğmuş, nispeten genç bir dal olan, 1961 doğumlu Mihail Şişkin’le karşılaştım ve yine ortalık karıştı.


Jaguar Kitap’tan çıkan Mürekkep Lekesi yazarın farklı zamanlarda yayımlanmış öykülerinden ve denemelerinden oluşuyor. Her biri farklı lezzetteki bu yazılardan yola çıkarak Şişkin’in edebiyatını tam olarak nasıl tarif edebileceğimden emin değilim ama sanırım şöyle bir şey söylenebilir: Dostoyevski’nin insan ruhuna daldıkça doğurduğu büyüleyici kasveti, Gogol’ün alaycılığını, Bulgakov’un hicvini, Tolstoy’un bilgeliğini, Puşkin’in romantizmini bir araya getiren bir mirasçı.


İsviçre’de yaşayan Mihail Şişkin, Mürekkep Lekesi’ndeki öykülerinde ve denemelerinde Rusya’dan ve Rusçadan vazgeçmiyor. Karakterleri Rus, dil ile olan meselesinin kaynağı hep Rusça, göçmenliğinin referans noktası Rusya.


Kitaptaki ilk öykü, büyüleyici bir kurguyla ilerleyen “Güzel Yazı Dersi”. Derse katılanların kalemlerinin ucundan dökülen hayat hikâyeleri birbiriyle kesişerek gerçeküstü bir anlatıya dönüşüveriyor. Kalemin her bir hareketi hayatın bir çıkmazına, yazan kişinin kederine, neşesine, korkusuna tekabül ediyor. Çünkü yazarın ifadesiyle, “Kalemin noktaya doğru ilk hareketi, hem varoluş umudunun hem de varoluşun anlamsızlığının işaretidir. İlk harfte, tıpkı embriyo gibi, akıp gidecek ruhuyla, ritmiyle, mukavemetiyle, imgeleriyle tüm bir hayat saklıdır.” (s. 9)


Bir sonraki öykü, kitaba da ismini veren “Mürekkep Lekesi”. İsviçre’de yaşayan, geçim sıkıntısı çeken göçmen bir Rus, memleketinden gelecek bir zengine Zürih ve Montrö’de tercümanlık ve rehberlik yapmaya mecbur kalıyor. Sınıf çatışmasının, göçmenliğin, ekonomik sömürünün, leş ilişkilerin hikâyesi. (Nabokov’un da öyküde önemli bir rolü olduğunu söyleyip merakı artırayım.)


“Tencere ve Yıldız Yağmuru” ve “Arkadan Düğmeli Palto” aile hikâyeleri. Geçmişe takılıp kalmış babaların, akıp giden zamanın, kaybedilen fırsatların, Ekim Devrimi’yle değişen dünyaların, bu değişim içinde kilit taşı olarak korunmaya çalışılan değerlerin, nesiller arasından akıp giden zamanın öyküleri bunlar.


Bana göre kitaptaki en “zengin” öykülerden biri ise “San Marco’nun Çan Kulesi”. Ekim Devrimi’ne ideolojik hazırlık sürecindeki Rusya’da sosyalizme gönül vermiş iki doktorun mesafelerle güçlenen aşkı. Devrimi ve ideallerini her şeyin üstünde tutarak ayrı ülkelerde yaşamayı göze alan, birbirlerinden uzak kaldıkça büyüttükleri aşklarını bir araya geldiklerinde tüketen, devrim ideallerinin sıradan halktaki karşılığını gördükçe hayal kırıklığı yaşayan bir erkek ve bir kadının mektuplarda yaşayıp ölen aşkı. Devrimin prensiplerle ya da teorilerle değil, ancak tabandan gelecek destekle mümkün olduğunu, tabanın ise geçim derdinden başka bir kaygısının olmadığını yüzümüze vuran bir hesaplaşma öyküsü. (Kadının doktorluk yaptığı köyle ilgili anlattıklarının, Bulgakov’un Genç Bir Doktorun Anıları kitabındaki öykülerle neredeyse bire bir örtüştüğünü de özellikle belirteyim.)


“Kör Müzisyen” ise okurdan en çok dikkat talep eden öykü. Aynı ortamda yaşayan farklı kişilerin kendi gözlerinden aktardıkları deneyimleriyle, bizlere karman çorman gelen Rusça isimlerle, zikzaklarla dolu bir öykü. Sabrederseniz, taşlar yerine oturuyor.


Son olarak “Duvara Kazınmış Kayığın İçinde” ve” Kurtarılmış Dil” anlatılarından bahsedeyim. Bu iki metni öykü olarak değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Şişkin’in dili algılama biçimini, farklı bir dilin konuşulduğu bir ülkede yaşamaya başladıktan sonra Rusçaya bakışındaki değişimi, kelimelerin “gerçek” anlamını, daha doğrusu kelimelerin hayatımız üzerindeki tahakkümünü ele aldığı metinler bunlar.

Mihail Şişkin, Rus Edebiyatı’nın “Altın Çağı”ndan bu yana birikerek gelmiş yazın geleneğinin “en büyük ortak paydası” olmaya aday. Okuru yazdıklarına inandırmaya muktedir bir gerçeklik duygusu yaratırken, düşsel dünyayı da bu gerçekliğe dâhil edebilecek kadar güçlü bir kalemi var. Aslında tam da yazının başındaki alıntıda tarif ettiği gibi, gövdeye ve ana dallara tutunup kendini yeşerten, güçlendiren taze bir dal.

“Geride bırakılan hayatı bir şeyle ölçmek mümkünse eğer, o şey payına düşen karşılaşmaların sayısıdır herhalde.” (s. 65) Mihail Şişkin’le karşılaşmayı, mizan cetvelimde artı haneme ekliyorum. MÜREKKEP LEKESİ Mihail Şişkin Çeviren: Erdem Erinç Jaguar Kitap, 2021 176 s.

bottom of page