Muhtelif Acılar Kitabı
Ömür İklim Demir’in içerisinde gizlenen acılarla karşılaştığımız ilk öykü kitabı Muhtelif Evhamlar Kitabı üzerine Yavuz Arkın yazdı. "Yazar öykülerini bize didikletirken, zihnimizde bir terapi odasına alınıp danışan rolüne bürünmüşüz hissi uyandırıyor."
Yavuz Arkın
Ömür İklim Demir’in ilk öykü kitabı Muhtelif Evhamlar Kitabı birbiriyle bağlantılı üç öykü ile açılıyor. Geri kalan öyküler ise daha bağımsız olmasına rağmen benzer konuları işliyor. Öykülerin kahramanları küçük büyük travmalar yaşar, biz de bunlara tanıklık eder tepki veririz. Duygusal bir tepki olur bu; üzülürüz, kızarız, endişe duyarız, yalnızlıklarını hissederiz.

İlk üç öykü; “İçler Dışlar Çarpımı”, “Vasati 40 Yaş” ve “Tuz” toplumsal kimliğimizi yaralayan bir olay etrafında yaşanan kişisel travmaları ele alır. Bu yönü ile bana Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu'nun 2000'de çektiği Paramparça Aşklar Köpekler (İspanyolca: Amores Perros) filmini hatırlattı. Filmde de yaşanan bir trafik kazasının etrafında anlatılan hikayeler bir noktada buluşur, kitabın ilk üç öyküsündeki gibi. Mekanlar, kişiler, olaylar değişse de insanın özü her yerde aynı, başına gelen kötü olaylar sonrası yaşadıkları birbirinin kopyası.
Devamında gelen “Sonsuz Rasim Abi’ler Diyarı” ise hayatla kavgası olan bir adamın hikâyesini anlatır. Öykü karakteri, Rasim Abi ile karşılaşınca kavgası kendisine yönelir, kendi özüne. Sokakta kalan Rasim Abi’ler gelir gözümüzün önüne; onlar dışarda biz içerdeyizdir ama aynı hayatı aynı acıları aynı sevinçleri paylaşmaya devam ederiz. Anlarız ki Rasim Abi’ler evimizin bir köşesinde yaşamaktadır hatta kimi zaman biz Rasim Abi’yizdir. Bu durum, “Öyle güzeldi ki bizim dostluğumuz, içinden ölüm bile geçemedi” dedirtircesine kuşatır öykü boyunca.
Yazarın öykülerinin içerisinde gizlenen acılar karşımıza bir aşk acısı gibi çıkabileceği gibi çocukluğunu kaybetmenin acısı olarak da çıkabiliyor. İnsanın geçmişini eşeledikçe acılarının ortaya çıkmaması mümkün mü? Yazar öykülerini bize didikletirken, zihnimizde bir terapi odasına alınıp danışan rolüne bürünmüşüz hissi uyandırıyor. Öykü kişilerini de bu açıdan inceliyoruz, onlara yardımcı olamıyoruz belki ama en azından anlamaya çalışıyoruz. Verdikleri tepkiler içimizi ne kadar acıtırsa acıtsın, onların olayların doğal sonuçları olduğunu biliyoruz. Travma sonrası insanın verebileceği duygusal, fiziksel, zihinsel ve davranışsal tepkiler aklımıza geliyor.

Oyunsu bir dili var yazarın; sözcükler ile oynamayı seviyor. Bu tarz metinler sayesinde insanın çocuksu tarafı da bir biçimde ortaya çıkıyor, diye düşünüyorum. Bilmece çözmek, zihnin labirentleri arasında (korkusuzca!) dolaşmak bize iyi geliyor, öykünün iyileştirici yanı da ortaya çıkıyor böylece. Aslında çocukluğa inmek değil de çocukluğa çıkmak da denebilir bu tavra. Yetişkin olmanın beraberinde gelen üst bakıştan da kurtulmak bir nevi.
Dilde olduğu kadar kitaptaki öykülerin kurgusunda da devam eden oyunsu yapı, aklıma Wittgenstein’ın “dil ve oyun sözcüklerinin kullanım tarzlarının benzerlik göstermesi” düşüncesini getirdi. Wittgenstein bu iki sözcüğü uygulama ve edimsellik açısından ilişkilendirir ve Yunan Filozof Augustinus’un betimindeki dil anlayışının altını çizer. Sözcükte anlam, dilin içerisindeki anlamı da barındırır. Dilde anlam, zihinde bir resim değil eylem olarak karşımıza çıkar. Oyun, bir kural izleme etkinliğidir ve okuyucu olarak bu eylemi gerçekleştiren bizleriz. Oyun her ne kadar kesinliksiz ve bulanık olsa da deneyim