Nomadland’in gör dediği
“Ev sadece bir kelime midir, yoksa içinde taşıdığın bir şey midir?” Şule Özyetgin Sarı, Jessica Bruder’in “Nomadland : Surviving America in the Twenty – First Century kitabından uyarlanan Nomadland üzerine yazdı.
Ev sığınaktır, ev hapishanedir. Ev cehennemdir, ev huzurdur. Ev kendimizi hem var ettiğimiz hem tükettiğimiz yerdir. Evdeki yaşamın devinmesi için birtakım işlerin düzene konması gerekir. Düzene koyan için sorumluluk çıtası yükseldikçe ve paylaşım azaldıkça olumsuza kayan bir anlam ifade etmeye başlar. Kendi kozasını kendi örer, anlamını kendi kurar, ev algısı tüm bu değişkenlere göre farklılaşır. Nomadland filmi bu algı üzerinden yaşamın anlamına dair sorular sordurur. Filmin başlarındaki “Ev sadece bir kelime midir, yoksa içinde taşıdığın bir şey midir?” repliği akıllara çengel atıp soruları köpürtür.
Nomadland Jessica Bruder’in Nomadland : Surviving America in the Twenty – First Century kitabından uyarlanan, Chloé Zhao'nun senaryosunu yazdığı, yapımcılığını üstlendiği ve yönettiği Amerikan drama filmidir. Filmde Frances McDormand, eşini ve işini kaybettikten sonra memleketi Nevada'dan ayrılan ve ‘evsiz’ kalıp, Amerika Birleşik Devletleri'ni karavanıyla dolaşan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. 93. Akademi Ödülleri’nden, En İyi Film Oscar'ı, En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ı, En İyi Yönetmen Oscar'ını alarak yıla damgasını vuran film; ödül almayı da üzerine söz söylemeyi de sonuna kadar hak ediyor.

Yolda olmak
Yol her zaman gül bahçesi vaat etmez fakat bağımsızlığa, yeni insan hikâyelerine ve maceralara gebe olduğu aşikârdır. Nomadland'de Fern, 2008 ekonomik krizi sonrası kocasını kaybetmesi üzerine karavanla yola düşer. Toplumun evsiz olarak nitelediği ve ön yargılara açık karavan yaşamını Fern "Evsiz değilim, daha az bir evim var.” bakış açısıyla deneyimlemektedir. “Öncü” ismini verdiği, küçük düzenlemelerle dönüştürdüğü minibüs- karavanından koşullar onu zorlasa da vazgeçmez. “Her tercih bir vazgeçiştir.” ne de olsa ve tercihinin arkasında durur. Rutinlerle, mecburiyetlerle bizi bir kısırdöngünün içine çeken yerleşik yaşama karşı; zamanın daha yavaş aktığı, sahici bir diyafram nefesi aldıran ama belirsizliklerle dolu, zor göçmen yaşamı gitmenin ve yolda olmanın bilgeliğini şiirsel diliyle ince ince duyurur izleyiciye. Bunu yaparken yerleşik yaşamı terazinin bir kefesine, göç etmeyi diğer kefesine koyarak tercihi size bırakır.
Yolda olmanın da bir bedeli vardır elbet. Bu konargöçer yaşamı finanse etmek için çalışmak ve mücadeleyi sürdürmek zorunludur. Geçici işlerde çalışmak zorunda kalan Fern’ü kah tuvalet temizliği esnasında bir işçi arkadaşıyla kıkırdarken kah taş ocağında iş kamyonunun yanına çökmüş, toz içinde görebiliriz. Bu mücadelede Fern’ün karşısına bir göçmen dayanışma topluluğu çıkar. Bu topluluğun temsilcisi Bob Wells’in ağzından hem bir kapitalizm eleştirisi yapılır hem de çalışmak ama ne için, kimin için sorularına yanıt aranır. “Doların despotluğunu boynumuza geçirip koşum atları gibi çalışıyoruz, sürekli çalışıyoruz. Sonra bu koşum atları emekli ediliyor. Titanik batıyor, ekonomi değişiyor. Benim amacım filikaları suya indirip onlara elimden geldiğince çok insan doldurmak.” Mücadele yaşamın her alanında sürerken karşımıza hep dayanışma ihtiyacı çıkıyor. Dayanışma yolda da kentte de kırda da direnci güçlendirip yaşama anlam katıyor.
Yaş almak ve mutluluk korelasyonu