“Bu roman, çaresiz sessizliklerin ardında yankılanan çığlıkları duymak isteyen herkes için…”
- Litera

- 24 Eyl
- 7 dakikada okunur
Gülsel Ceren Güneş, Refika Ayşegül Uzun ile ilk romanı Sessiz üzerine söyleşti: İlk romanı Sessiz ile edebiyat sahnesine güçlü bir giriş yapan Refika Ayşegül Uzun; suskunluk, bastırılmış travmalar ve belleğin kayıp alanları gibi zorlu temaların peşine düşüyor.

Tanıtım Metninden
Başarılı bir avukat olan Lâl’in hayatı, ünlü iş insanı Haluk Varlı hakkında açılan bir taciz davasıyla altüst olur. Medyada patlayan haberler, gazeteci Burak’la yaşadığı yakınlaşma ve geçmişten ansızın çıkan bir kolye, Lâl’i çocukluğunun bastırılmış anılarıyla yüzleşmeye zorlar. Sessiz, yalnızca söylenmeyen sözlerin değil, bedenin taşıdığı izlerin, bastırılan hafızanın ve kadınların sessiz çığlıklarının romanı. Refika Ayşegül Uzun, bu ilk romanında sessizliğin ardında duyulmayı bekleyen sesi arıyor.
Okurun iç dünyasına yankı bırakan bu sessizlik, yalnızca sözsüzlükten ibaret değil; bir görmezden gelme, bir hayatta kalma stratejisi ve zamanla evrimleşen bir isyana da dönüşüyor. Uzun’la yazım sürecinden karakter inşasına, toplumsal sessizliklerden bireysel suskunluklara uzanan çok katmanlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sessiz’in ilk fikri ne zaman ortaya çıktı? Bu romanı yazmaya seni iten temel duygu neydi?
Sessiz’in ilk fikrinin ne zaman ortaya çıktığını tam olarak bilmiyorum aslında. Daha doğrusu benim için sanırım fikirlerden çok dert ettiğim, üzerine kafa yorduğum meseleler oluyor. Sonra o mesele bir hikâyeye gebe kalıyor, hikâye zihnimde büyüyor, gelişiyor ve sonunda da yazıya dökülüveriyor. Bu taraftan bakarsak, kendimi bildim bileli demek daha doğru olur bu sorunun cevabına. Yaşadığımız coğrafyanın evrensel de olan bazı problemleri gerçekten her gün yeni bir trajediyle yüzleştiriyor hepimizi. Patriyarkal düzen, otorite, iktidar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadınların ve LGBTIQA’ların uğradığı cinsel, fiziksel, psikolojik şiddet, bireysel ve toplumsal travmalar bu meselelerin başında geliyor. Travmalardan kendimizi korumak, belki ötekileşmemek için sessizliği zırh gibi giymek zorunda kalıyoruz çoğu zaman aslında, ama hiçbirimiz öteki gördüğümüzden farklı değiliz. Öteki de biziz ve hep beraber konuştuğumuzda neler olabileceğini son zamanlarda hem globalde hem ülkemizde yakından tecrübe ediyoruz. O sessizlik orta yerinden çatladığında, işte o zaman trajediden şahane bir şey doğabileceğini düşünüyorum. Elbette bu konular bambaşka meseleler üzerinden de ele alınabilirdi. Fakat ben bu başlıkları olağan, hatta sıradan görünen, tam olarak da öyle olduğu için bir trajedi olan sessizlik ve belki de kimsesizlik üzerinden anlatmak istedim. Bu romanın altındaki en temel duygum da tam olarak bu, sessiz kaldığımız şeyler ve onların bireysel ve toplumsal yükü.
Yazım süreci boyunca seni en çok zorlayan ne oldu?
Sanırım yazmak beni çok zorlamıyor. Böyle deyince otomatik pilotta yazıyorum gibi de değil elbette. Üzerine düşündüğüm, tekrar tekrar okuduğum, beğenmeyip silip attığım, bir süre beklediğim çok yer oluyor yazarken ama yazma kısmına geldiysem kotaracağımı biliyorum, çünkü zihnimde hikaye hazır oluyor, bir yere varacak o hikâye, buna emin oluyorum. İşte bu yüzden de öncesi daha zor olan kısım: Yazmaya oturmadan önce dert edindiğim şeyin üzerine düşünmek, oradan bir hikaye çıkıp çıkmayacağını bilememek, bilinçdışımdan dökülecek ve o meseleyi bir hikâyeye döndürecek şeyi keşfetmek. En güzel tarafının da bu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Belirli bir yazı rutinin var mıydı? Romanı nasıl bir atmosferde yazdın?
Ben aynı zamanda finans sektöründe çalışmaya devam ediyorum ve açıkçası çok da yoğun bir iş hayatım var. Böyle olunca benim yazı rutinim de biraz zorunlu bir yazı rutini oldu haliyle. Sabahları çok erken uyanarak ya da gece uykumdan çalarak, tabii bir de hafta sonları yazıyorum bu sebeple. Sanırım en sevdiğim sabahları yazmak. Aslında bu da yazarken keşfettiğim ve çok şaşırdığım bir özelliğim oldu, normalde sabah insanı değilimdir ama sabah saatlerinde yazarken zihnim açık oluyor. Onun dışında genelde evde yazıyorum romanlarımı, güvende ve rahat hissetmek önemli benim için.
Hikâyeyi baştan sona planlayarak mı ilerledin, yoksa yazdıkça mı şekillendi?
Büyük oranda baştan sona planladım demem çok yanlış olmaz. Yazma öncesinde hikayenin ana katmanlarını, karakterlerini, olay örgüsünü zihnimde tamamlamak istiyorum. Tüm karakterler bu sürede zihnimde yaşasın, onları en yakın arkadaşımı bilir gibi belki daha da çok tanıyayım istiyorum. Bu sebeple benim için o planlama yalnızca bir planlamadan ibaret olmuyor, hikayenin zihnimde özgürlüğünü ilan etmesi ve “Ben tamamım” diye zihnimden çıkmaya ve yazıya dökülmeye hazır olduğunu avaz avaz bağırması gerekiyor. Bu demek değil ki yazarken bazı güzel sürprizler olmuyor. Yazarken şekillenen çok sahne olduğunu da söylemem lazım.
Yazarken seni edebi anlamda etkileyen yazarlar, kitaplar ya da kuramsal metinler oldu mu?
Elbette, çok fazla… Öncelikle mesele üzerine okumalar yaptığım için çok sayıda kurgu dışı metinler okudum. Zygmunt Bauman, Judith Butler, Byung-Chul Han… Bu roman öncesinde tekrar okumak istediğim ya da ilk defa okuduğum romanlar da oldu elbette hem meseleye dair hem de kullandığım bilinç akışı tekniğine dair. Virginia Woolf, Cahide Birgül, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Irmak Zileli zaten en sevdiğim yazarlardandır. Sessiz’e özel ise; Vigdis Hjorth’tan “Miras”, Sevgi Soysal’dan “Yürümek”, Leyla Erbil’den “Tuhaf Bir Kadın”, Stefan Zweig’dan “Bir Kadının Hayatından 24 Saat”, Irmak Zileli’den “Gölgesinde” romanlarını başucu kitaplarım yaptığımı söyleyebilirim. Yine de hatırladıklarımdan çok unuttuğum olduğu kesin.
Romanın temelinde yer alan “sessizlik” kavramı senin için ne ifade ediyor?
Fena bir gürültü… Sessizlik bana göre kulakları sağır edecek kadar korkunç bir uğultu. Nitekim sadece sağır da etmiyor sonunda. Duymaz, görmez, konuşmaz oluyoruz bizi sessizleştiren şeyi ve hatta unutmak zorunda kalıyoruz. Çünkü başka türlü nasıl hayatta kalınır bilmiyoruz. İnsanız, yaşamak zorundayız. Düşünsene, hepimizin ve hatta toplumların ancak böyle geçeceğini düşündükleri için unuttuğu şeyler yok mu?
Bu coğrafyada kadınlar olarak en başta susmayı öğreniyoruz. En yakınlarımızla bile paylaşamadığımız sırlarımız, travmalarımız var. Kadınlar arasındaki bu sessizlik nasıl şekilleniyor sence? Ve bu, aşmamız gereken bir sorun mu?
Bilmem, çoğumuz için bir sorun değil belki, kendini kurtarma çabası, hayatta kalmanın bir yolu. Sessiz kalmazsa yaşayamayacağını düşünen çok kadın var bu toplumda. O yüzden sorun demeyi biraz da hadsizce buluyorum ama kesinlikle bir “sonuç” diyebilirim. Yaşadığımız bireysel ve toplumsal travmaların bir sonucu sessizlik. O yüzden çözüm için o travmanın kökenine inmek lazım. Bunu sadece kadınlar için söylemek de çok mümkün değil. Ortada aşılması gereken çok konu olduğu belli, kadınlar mı başlatır bu hareketi erkekler mi bilemem ama beraber konuşmamız, sesimizi çıkarmamız gerektiği kesin.
Toplumsal bellekle bireysel sessizlik arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
Son derece toksik bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle ayrılmaları gerektiğini düşündüğünüz ama asla kopamayan, çünkü birbirlerinin travmalarını besleyen bir ilişki. Toplumsal hafızanın bireyler üzerinde yarattığı gözle görünmeyen ağır tahakküm, bireyin sessiz kalmazsa yaşadığı topluma uyum gösteremeyeceğini, ötekileştirileceğini düşünmesine yol açıyor. Fakat toplumu oluşturan bireylerin sessizliği, aslında o toplumun hafızasını ve travmalarını da yaratan şeyin ta kendisi. Tavuk yumurta hikâyesi gibi biraz. İlişki iyileştirilemeyebilir belki ama bireyler iyileşebilir eğer isterlerse. O da toplumsal iyileşmeye, toplumsal belleğin yeşermesine kapı aralar diye düşünüyorum.
Ana karakterin içsel dönüşüm süreci çok güçlü. Bu süreci inşa ederken en çok nelere dikkat ettin? Karakterleri yaratırken kişisel gözlemlerin mi, hayal gücün mü ön plandaydı?
Ana karakterin içsel dönüşümü benim için en önemli temalardan biriydi elbette. Doğuştan görmeyen birinin görmesi, duymayan birinin duyması gibi Lâl’in görmeye, duymaya ve konuşmaya başlaması. O kadar içselleştirmiş çünkü travmalarını, imkansız hale gelmiş atlatması ve unutmayı seçmiş. Bu seçim bilinçli bir seçim de değil üstelik, tamamen bilinçdışında yapıyor bu seçimi. Bu sebeple de sonuçlarından bihaber. Bedeninin unutmaması da bu sonuçlardan biri. Açıkçası bu yüzden şansa bırakmak istemediğim bir yerdi; amnezi ve sebepleri psikolojik olarak üzerinde çok konuşulan, tartışılan bir konu. Burada elbette psikolojik kaynaklardan çok destek aldım. Unutma, kavrama, reddetme, kabullenme. Bu aşamalar benim için önemliydi Lâl’in içsel dönüşüm sürecinde ve tüm bunların sonunda gelen iyileşme… İşte burası biraz muamma, okurun zihnine bırakıyorum orasını.
Hayal gücümü besleyen şeylere gelirsek kişisel gözlemlerim, yaşadığım toplum, çevremdeki insanlar, okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim, aklına gelebilecek her şey aslında. O yüzden ilhamla geldiğine de inanmıyorum bazı şeylerin, ilham sandığımız şey aslında zihnimizde geri plana attığımız ya da nadasa bıraktığımız şeyler üzerine düşünmeye başlayınca ortaya çıkan bir hediye bence, özel olarak tasarlanmış bir hediye.
Özellikle kadın karakterlerin suskunlaştırılma biçimleri dikkat çekici. Bu yönüyle Sessiz bir tür edebi manifesto sayılabilir mi?
Edebi, politik, felsefi manifesto fark etmez aslında. Her manifestonun bir ütopyaya, bir başkaldırıya, bir sese ihtiyacı var. Sessiz’in içindeki ütopyayı ve başkaldırıyı okura bırakmak en güzeli. Sadece şunu söyleyebilirim; her birimizin kendi hayatlarına dair manifesto yazabilmesi ve bunun için hayatını alt üst etmeyi göze alması gerçek bir ütopya olabilir. Belki o zaman bir kapı aralanabilir ve sessizliğin sesi kısılabilir.
Romanda erkek karakterler konuşsa da gerçeği söylemedikleri oluyor. Bu açıdan onlar da sessizliğe mahkûm gibi. Bu dengeyi nasıl kurdun?
Bu aslında zaten mevcut toplumsal düzendeki kaotik denge bana göre. Patriyarkal düzenin mağdurlarının sadece kadınlar olduğunu söylemek çok da adaletli olmaz diye düşünüyorum. Erkeklerin de iktidarlarını, erk düşünce yapılarını korumaları gerektiğine inandıkları bir düzen bu. Konuşurlarsa kaybedecekleri çok şey olduğunu, miş gibi yapmaları gerektiğini düşünen sadece kadınlar değil. Kocaman tek bir hapishane, içerisinde sessizlik mahkûmu insanlar. Motivasyonlar farklı olabilir, ama sebep de sonuç da aynı aslında.
Bellek, zaman ve mekân arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?
Bellek; bir yerlerde oturan, duyuları son derece gelişmiş, çevresindeki her şeye hâkim ama sadece gerektiğinde konuşan bir ermiş gibi. Ermiş konuşur, siz kendinize gelirsiniz, ben bu açıdan hiç düşünmemiştim dersiniz, tokat gibi çarpar suratınıza gerçekleri ama işte, yanına gitmeye cesaretiniz olması lazım. Zaman yok bence o evrende. Çünkü çoğumuz eğer üzerine gitmediysek, ne renkler var içinde diye eşelemediysek ya da eşelenmediysek çocukluğumuzda oluşturduğumuz bellekle yaşayıp gidiyoruz. Fakat bir mekan, bir koku, bir tat, bir bakış, bir eşya, ufacık bir telaş bile harekete geçirebiliyor belleği, eşelenebiliriz yani hiç ummadığımız anda, kim bilir? İşte tam da o noktada, o ermişe güvenmek ve söyleyeceklerini dinlemeye karar vermek bir seçim. Arkanızı dönüp gitmek, kendi gerçek zamanınıza ve mekanınıza dönmek de başka bir tercih.
Sessiz gibi cesaret isteyen bir romanı yazmak için içsel olarak nasıl hazırlandın?
Uzun bir süre Lâl zihnimde benimleydi, o nasıl hazırlandıysa ben de öyle hazırlandım aslında. Zaten hepimiz hazırız bence. Sadece tetiklenmelere ve bazen de iteklenmelere ihtiyacımız var.
Roman yayımlandıktan sonra seni en çok etkileyen okur yorumu neydi?
Çok oldu, tüm yorumlar da çok kıymetli benim için ama sanırım kız evladı olan bir babanın mesajından çok etkilendim. “Kızımla konuşmam gerek” dedi.
Yayın sonrası hayatında değişen bir şey oldu mu?
Hayatım daha yoğun, ama pek şikayetçi değilim.
Yeni bir kitap projesi üzerinde çalışıyor musun? Sessiz’in izini süren bir devam mı gelecek, yoksa bambaşka bir dünya mı?
Sessiz’in devamını okurlara teslim ettim… Şu an farklı bir roman üzerine çalışıyorum. Benim için de yeni, merak ettiğim, farklı bir dünya. Tamamlandı diyebiliriz.
Yazarlık yolculuğunun bundan sonraki duraklarını nasıl hayal ediyorsun?
Ben sadece okumak, keşfetmek, öğrenmek ve yazmak istiyorum. Çünkü bu hayatta en sevdiğim şey bu… O yüzden, yazarlık yolculuğumun duraklarını pek de hayal etmiyorum, sadece yazdıklarımın beni iyi diyarlara götürmesini diliyorum.











































Yorumlar