“Bizi Yalan Bil, hayatımla uyumlu şekilde 'yolda' oluştu.”
- Aynur Kulak

- 20 Tem
- 5 dakikada okunur
Aynur Kulak, Anıl Çetinel Örselli ile Bizi Yalan Bil öykü kitabı odağında söyleşti:
“Bizi Yalan Bil’i yazarken yalanın felsefesi üzerine okumalar yapıyordum ve uzun süredir gündelik yaşamımızda yalan kavramını algılayış biçimimizi gözlemliyordum. Derin, sade ve duru bir bakış açışıyla sadece merakla başlayan bir gözlem beni yalanın etiğini ve bilgisini araştırmaya sürükledi. Yalan üzerine 'ne düşündüğümü düşünmeye' başladığımda artık zihnimde öyküler oluşmaya başlamıştı.”

Biyografinize baktığımda nerdeyse adım adım edebiyata doğru yol aldığınızı görüyorum. Edebiyatla olan bağınızı nasıl anlatırsınız? Tabii ki, yazmak istediğiniz birçok hikâye vardır fakat geldiğiniz yer itibariyle hayalini kurduğunuz, istediğiniz, rüyalarınızı süsleyen noktada mısınız?
Bizim gibi ülkelerde hayallerinizle biyografiniz pek uyuşmaz hele ki hayalleriniz sanat veya edebiyatla ilgiliyse hayatınızın dümenini böyle açık denizlere kırmak pek kolay değildir. Uzun yıllar, genel tabirle beyaz yakalı bir kariyerim oldu. Yakanın renginden bağımsız bir sömürü düzeni içinde kendime alan açmaya, canıma bir pencere açmaya gayretlendim hep. Bundan öncesi de var tabii. Çocukluk ve gençlik yıllarım da okuyarak ve öyküler yazarak geçti. Okul dergilerinin de gönüllü çalışanı, edebiyat öğretmenlerinin hem sevdikleri hem de tartıştıkları o muhalif öğrenci bendim. Bence hayatta ve yazıda bulunduğum/kalmakta ısrar ettiğim nokta “daimi amatör” noktası… Amatör kelimesi latince “amare” kökünden gelen muhteşem kelimelerden biridir, bir şeyi onu sevdiğin için yapmak demek. Sadece sevmek de değil, her daim yaptıklarımı yolculuğum esnasında merakla, heyecanla yapabilmek… Hedeflerden ziyade yolların ve yürüyüşlerin kendisi önemlidir benim hayatımda. Öyküler, tiyatro oyunları, senaryolar yazıyorum ama bilmiyorum bir sonraki durakta neler olacak, zamansızlığın ve plansızlığın tadını amatörce çıkarıyorum.
Bizi Yalan Bil içerisindeki öykülerin oluşma ve bir araya gelme süreçlerini konuşabilir miyiz? Daha önce çeşitli mecralarda yayınlanan öyküler var mı mesela ya da ilk defa kitapta okuduğumuz öyküler mevzu bahis mi? Bir araya gelme süreçlerini sizden dinleyebilir miyiz?
Bizi Yalan Bil yine hayatımla uyumlu şekilde “yolda” oluştu diyebiliriz. Dosyayı ilk hazırladığım haliyle şimdiki hali arasında fark var çünkü ben yazmadan ve kendimi artırmadan duramayanlardanım. Her daim akan bir nehir gibi yatağını yenileye yenileye ilerleyenlerdenim sanırım. Bu şekilde olunca dosyanın çehresi de ister istemez değişiyor tabii. Bu süreçte bana sabır ve şefkat gösteren sevgili editörüm Cansu Canseven’e özellikle teşekkür ederim.
Dergilerde veya başka mecralarda yayınlanmış öyküleri prensip olarak kitaplarıma almayı tercih etmiyorum, okura bu öykülerin “yeni ve özel” olduğu duygusunu yaşatmak istiyorum. Her iki öykü kitabımda da tematik bir bağlam var ama bu yapılandırılmış bir durum değil. Yazmak benim için bir fikir üzerine düşünme biçimi olduğundan, o dönem hayattaki sorgulamam/meselem ne ise yazdıklarımda da bu sorgulamayı gösteriyorum.
Bizi Yalan Bil içerisindeki öykülerin tematik olarak yazılma sebepleri nelerdi? Yani aslında sizi öykülerinizi yazmak üzere masanızın başına oturtan odaktaki meselelerinizi merak ediyorum.
Bizi Yalan Bil’i yazarken yalanın felsefesi üzerine okumalar yapıyordum ve uzun süredir gündelik yaşamımızda yalan kavramını algılayış biçimimizi gözlemliyordum. Derin, sade ve duru bir bakış açışıyla sadece merakla başlayan bir gözlem beni yalanın etiğini ve bilgisini araştırmaya sürükledi. Yalan üzerine “ne düşündüğümü düşünmeye” başladığımda artık zihnimde öyküler oluşmaya başlamıştı. Yalan söylemenin nedenlerini araştırmak, insanın doğasını, ahlaki değerlerini ve sosyal dinamiklerini anlamak adına önemli bir pencere açtı bende. Felsefede güçlü bir yer bulan bu kavramın psikolojik ve toplumsal etkilerini de daha iyi görmeye başladım. Sanatın içinde de yalanı/yalanları aradım bir süre. Edebiyatta, sinemada, tiyatroda, resimde… Her sanat dalının, yalanın farklı bir yönünü göz önüne serdiğini düşünüyorum. Mesela bireysel aldatma, toplumsal ikiyüzlülük, gerçeğin çarpıtılması veya öz-aldatma. Meselenin temelinde insanın doğasının gerçekliğini kabul ederek yalanın dışlanacak/yok sayılacak bir şey olmadığını anlamak var, politik, bireysel ve toplumlar yalanların üzerine kurduğumuz bir oyun alanının içinde olduğumuzu kavramak var.
Öyküler iki bölüme ayrılmış. Yalanlar. Dolanlar. Ve her iki bölümde de sekizer öykü var. Bu başlıkları neden oluşturmak istediniz? Hem günlük hayattaki işlevleri hem de kavramsal anlamda Yalanlar ve Dolanlar güçlü ifadeler olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu güçlü ifadeleri öykülerle iyice pekiştirme isteği miydi yapmak istediğiniz?
Bizi Yalan Bil ile ilgili en sık sorulan soru bu bölümleme oluyor, ben de böyle olmasını ümit etmiştim. Yalanlar ve Dolanlar bölümlerinin benim için kendi içinde bir mantığı var ama bunu açıkça söylemiyorum, okurla benim aramda keyifli bir oyun bu. Herkesin kendi hakikati ile hayatı algıladığını bilerek söylüyorum bunları.
Yalanlar ve Dolanlar için güçlü kelimesini kullanmazdım aslında, “olağan” derdim en fazla, öyküler de bu kavramların insanın hayatının normları içindeki varlığını gösteriyor sadece. Örneğin Nietzsche, yalanın insan doğasının bir parçası olduğunu ve bazen hayatta kalmak veya yaratıcılık için gerekli olduğunu savunur. Ona göre, gerçeklik her zaman nesnel değildir; insanlar, yaşamlarını anlamlandırmak için "yaratıcı yalanlar" (örneğin, mitler veya ideolojiler) üretir. Bu anlamda felsefi olarak Nietzsche’ye daha yakın durduğum söylenebilir.
Bir de tabii bu iki bölüme ayrılmış sekizer öykü sanki birbirine ayna tutuyorlarmış gibi ya da bana da öyle gelmiş olabilir ama özellikle ikinci bölümdeki öykülere geçtiğimde bu hissi yaşadım diyebilirim, ne dersiniz?
Benimle birlikte bu oyunu oynadığınız için öncelikle size çok teşekkür ederim. Bölümlerin birbirine ayna tuttuğunu düşüncesini çok sevdim ve bu fikri oluşturmak için derin bir okuma yaptığınızı anlıyorum. Kitabın girişindeki teşekkür bölümü de tam bu nedenle şu şekilde başlıyor: “Emek verip de okumaya niyetlendiğin için ilk ve en büyük teşekkür yine sanadır, Sevgili Okur.”
Bunun bir kurmaca oyun olduğunun bilinciyle benimle bir oyuna başlamak, bir maceraya atılmak, bir başka hakikate yelken açmak için gösterdiğiniz gayretin bendeki karşılığıdır bu. Umberto Eco’nun “okur sözleşmesi” kavramının temelindeki kurmaca algısından yola çıkarsak; öyküler okundukça okur kendi hakikatinden hareketle başka başka açılımlara yönelir ve fakat okuduklarının bir kurmaca olduğunun her zaman bilincindedir. Yazdıklarımın, benim dünyamdaki karşılığı ile okurdaki algısının farklı olmasını seviyorum, bu sayede hepimizin düşünsel evreninin genişlemesini istiyorum. Birlikte yeniden ürettiğimiz bir kurmaca makinası içinde duygu olarak da yakınlaşmamızı sağlayabiliyorsam mutlu oluyorum.
Karakterlere verdiğiniz önemi konuşmak istiyorum. Aziz gibi Zühre gibi öykülere ismini veren karakterler var hatta. Çağımız insanının tam tezahürü gibi tüm karakterleriniz; farkındalar ama bir şey yapamamanın acısını çekiyorlar, acıları var, yasları var, fakat her ne olursa olsun arayışları da hiç bitmeyecekmiş gibi, ne dersiniz, karakterlerinizi bu yönleriyle konuşabilir miyiz?
Aziz de Zühre de aslında metinler arası ironik göndermeleri olan iki karakter. Bir okur olarak da disiplinler arası ve metinler arası sıçramaları, metinin katmanlanması açısından lezzetli bulduğum için benim de yazdıklarıma bir şekilde sızıyor. Eyleyen özneleri karakter olarak seçtiğim doğrudur, bunu bilinçli yapmasam da düşününce size hak veriyorum. Acıları, yasları, hırsları, mutlulukları, dertleri, heyecanları var onların ve de direnişleri… Aktif veya pasif bir direniş halindeler ya, bunu çok seviyorum işte! Kimi zaman baskıya, kimi zaman kendilerine, kimi zaman normlara, kimi de zamanın kendisine direniyorlar ve bu öykü makinası çalıştıkça, siz her kapağı kaldırıp okumaya başladığınızda direnişleri sürüp gidecek.
Öykülerde çokça ağırlıkta olan toplumsal olayların etkisini de konuşabilir miyiz? İki yönlü konuşmak istiyorum sizinle bu meseleyi; hem kadınlara etkisi açısından hem de günceli yakalayıcı şekilde Ortadoğu coğrafyasında (ki bizi de bu coğrafyaya dahil edersek) yaşamanın etkileri açısından konuşmak istiyorum. Mesela, Sus öykünüz bu açılardan konuşmak adına önemli.
İlk kitabımda olduğu gibi Bizi Yalan Bil’de de toplumsal olayların etkisini görebilirsiniz. Bu kitabın benim için “SUS!” öyküsü ile başlamasının ironisi de burada aslında. Susulan coğrafyalar üzerine ne anlatsak biraz hayal meyal belki yalan yanlış oluyor. O ünlü fotoğraftaki Afgan Kızı’na ne olduğu ile ilgili bilgimiz o kadar kısıtlı ki. Sadece o fotoğrafı bir ürün olarak tükettiğimiz ama kimi olayların gerçekliğinin bizim için yalan olduğu bir dünyada- kişisel dünyamızda yaşıyoruz çoğu zaman. Kendi masalımızda yani. Oysa duyarsızlığın coğrafyası olmaya başladı burası. Unutmanın, tüketmenin ve ötekileştirmenin toprakları… Sus öyküsünden hareketle kadının otoriter bir rejimin boyunduruğu altında “daha da öteki” olduğu meselesini düşündünüz mü hiç? Baskı altında, savaş ortamında veya bir salgında bile cinsiyetinizden dolayı “iki kez mağdur” olmak nasıl bir duygudur acaba? Veya bir ülkede konuşamadığınız bir dilden ötürü, cesedinizin “öteki” olduğunuz için “ötede” bir yere gömülmesi? Kimin kanunları geçerlidir/önceliklidir sizce, devletin mi insanlığın mı? Kim kime yalan söylemektedir bu konuda? İşte bu soruların peşi sıra sürükleniyorum ben bir süredir.
Öyküler yazmaya devam edecek misiniz? Sıradaki dosyanız hangi türde hikayeleri içinde barındıracak?
Şimdilerde kısa ve uzun metraj film senaryoları ve tiyatro oyunları yazıyorum. Ancak “ev bir histir ve öykü de benim evim” olduğu için dönüp dolaşıp öyküye geleceğimi biliyorum. Öykülerim zihnimde yavaş yavaş toplanıyor yine. Zihnimdeki flanörün fikri çok ama henüz adını koymuş değilim.











































Yorumlar