top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Belki de insanın yurdu yoktur. Sadece ona özlemi vardır."

Masumlar yayımlandığında sevgili dostum Sinan Sülün'le yeni tanışmıştık. Aynı anda Masumlar'ı okuyor, bunun üzerine konuşuyor hem arkadaşlığımızı hem de edebi merakımızı derinleştiriyorduk. Masumlar bizi çok sarsmıştı. Epey etkilenmiştik. Hatta bir vakit telefon konuşmalarımız Masumlar ve Burhan Sönmez övme seanslarına dönmüştü. İlk kitaplarını daha henüz çıkarmış olan iki yazma heveslisi olarak Sönmez gibi yazarlarla aynı çağı ve aynı dili paylaşıyor olmaktan ötürü hem büyük bir sevinç ve heyecan hem de biraz mahcubiyet duyuyorduk. Bu çağa layık olmak zor görünüyordu. Burhan Sönmez okurluğum da Sinan Sülün'le olan dostluğum da hep sürdü. İlginç bir şekilde, aynı yayınevinde bulunmuş, aynı etkinliklere katılmış, aynı bildirilere imza atmış olmamıza rağmen Burhan'la hiç tanışmamıştık. Derken kader ağlarını ördü. Yıllar sonra, anlattığımız coğrafyaların çok uzağında bir yerde yollarımız kesişti. Kalktım koşa koşa ona gittim. Konuştuk, söyleştik, ona son romanı Taş ve Gölge'yi yeni okumuş olmanın heyecanıyla sorular sordum. Tevazuu ve cana yakınlığıyla beni yanıtladı. Burada o sohbetten arta kalan çok küçük bir kısma tanıklık edeceksiniz. Ancak bilinsin isterim ki, bu sohbetin ardında iki gurbet kuşunun kederli şakıyışını içeren çok sıcak ve epey uzunca bir sohbet, ömür boyu sürsün isteyeceğim bir dostluk, yeşil bir bahçe ve bu bahçede koşuşturan Ethem ile Robin'in neşeli çığlıkları var.

m.



- Genel bir soruyla başlamak istiyorum. Hem bir yazar hem de bir göçmen olarak fikrini merak ediyorum. Sence insanın evi neresidir? İnsan doğduğu yere mi, dünyayı anlamaya başladığı yere mi yoksa hayatın onu sürüklediği yerlere mi aittir? İnsan bir “gavsono” mudur?


Bu soruya cevabım her birkaç yılda bir değişiyor sanırım. Ben küçük bir köyde doğdum. Asıl ait olduğum yer orası mıdır? Sonra kasabaya taşındık, sonra İstanbul’a, ardından İngiltere’ye gittim. Bu yolda geriye dönüp bakınca, asıl evim bunlardan hangisi diye sorarım. Bunun cevabını merak ettiğim için, bu soruyu ikinci romanım Masumlar’daki bir karaktere sordurmuştum. İnsan nerede ölmek istiyorsa, onun yurdu orasıdır, derler o romanda. Sonra Taş ve Gölge romanındaki başkarakter Avdo da, insan doğduğu yeri seçemez ama öleceği yeri seçebilir, der kendi kendine. Belki de insanın yurdu yoktur. Sadece ona özlemi vardır. Bu sorunun kendisi de bir açıdan cevabı verir bize. Ait olduğumuz yeri bilsek, zaten bu soruya gerek kalmazdı, değil mi? Çünkü bu soruya verilen cevap da doğru cevap değildir belki.


- Senin romanlarının en temel meselelerinden biri insanın mekansızlığı ve aidiyet arayışı. Bununla birlikte Taş ve Gölge’de “zamansızlık” vurgusu da göze çarpıyor. İnsanın aslında bir zamana da ait kalamayacağını/olamayacağını düşünüyor musun?


Evet, bu konuda biraz edebiyatın neo-klasik akımına da kendimce selam vererek, bireyin tek olma özelliğini görmekle birlikte insandaki genel/ortak yanı anlamaya çalışıyorum. Bir mekana değil çok mekana aitiz biz, dar zamana değil geniş zamana aitiz. Bütünsel insan diye bir kavram kullanırsak burada, bu bütünsellik zamandaki genişlemeyi de kasteder, diye hissediyorum.


- Taş ve Gölge’nin en önemli mekanlarından biri, hatta belki de ona artık “karakterlerinden” biri demeliyiz, mezarlık. Hikayenin büyük bir kısmı mezarlıklarda ya da ona ilişik mekanlarda cereyan ediyor. Burada bir, “Hayat ölmektir” vurgusu mu var? Ya da “Ölüm olsa da hayat devam ediyor,” mu diyorsun bize?


Daha önceki romanlarımda da hem ölüm hem de mezarlık vurgusu vardı. Ölümün doğallığını yeniden anımsamamız gerek sanırım. Çağımızda ölümü unutmaya, onu yok saymaya, kendimizden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Köyümüzde mezarlık köyün ortasındaydı ve yaşayanların doğal parçasıydı. Bizden önceki kuşakların toprağı ve mezar taşları oradaydı, onların arasında yürür, oynardık. Kentlerdeyse mezarlıklar mekanımızın doğal parçası değil, özel tasarlanmış ayrı bir ölüler diyarı gibi. Hayatın içinde değil dışındadır. Felsefe tarihi bir yanıyla ölümü ve dolayısıyla hayatı anlama tarihiyse, roman da öyledir.


- Flannery O’Connor, “Çocukluğundan sağ çıkabilmiş herkesin elinde hayatının sonuna dek yazılabilecek malzeme vardır,” diyor. Anlattıklarına dönüp baktığında, kendini çocukluğundan “sağ çıkmış” bir yazar olarak değerlendirebilir misin?


Çoğumuz için geçerli bu sanırım. Sen de öyle değil misin?


- Kesinlikle öyleyim. Hatta sağ çıktım mı, ondan bile emin değilim. Çocuk demişken, senin anlatılarında çocuklar genellikle derin hayat gaileleriyle mücadele etmekten çabucak büyümüş, yetişkin gibi, -hatta kendince bilge- karakterler. O zamanki adıyla İsa ve Avdo da öyle, Reyhan da öyle. Ama yetişkin karakterlerinin de hep bir çocuksu tarafları var. Sence, coğrafyamız bağlamında düşününce, biz büyüyemeden yaşlanıyor olabilir miyiz?

Fotoğraf: Roberto Gandola

Herhalde biz ergenlik çağında sıkışıp kalıyoruz toplum olarak. Ne çocukluktan tam kopabiliyor ne de tam olgunlaşabiliyoruz. Bugünkü televizyon dizilerinde bunu görmek daha kolay. Hep yarım kişilikler, tamamlanmamış karakterler, bu yüzden yaralı, hırçın, zayıf, öfkeli…


- Avdo’nun adı da romanın bir başka ilgi çekici gizemi. Avdo’nun Arapçada “dönmek” anlamındaki “ayn-vav-dal” kökünden türediğini varsayar, tamamen benim uydurmam bir mantık üzerinden düşünürsek, Avdo karakterinin ama zaman ama mekan olarak hep bir yerlere dönme arzusunu da vurguladığını söyleyebilir miyiz?


Senin Arapça yorumuna sadık kalarak ve o yoldan ilerleyerek Avdo’ya varabiliriz. Avdo biraz da Heidegger’in bizim bu dünyaya “düştüğümüzü” söylemesini andırır şekilde, kendisini bu dünyanın içinde bulur. Yalnızdır, belleğindeki sisli birkaç anı dışında o “düşüşten” önceki zamana dair hiçbir şeyi yoktur. O yüzden hep arar, mekanların arasında ve insanların içinde dolanır. Bir yerde bulduğu şeye tutkuyla bağlanır ve kendisini o tutkuya adar. Belki de o tutkusunu bağlayacak bir kişi ve bir yere ihtiyacı vardı, yoksa hayatı anlamsız kalacaktı.


- Romanlarınla ilgili, “büyülü gerçekçilik” tanımlaması yapılıyor sıklıkla. Sen kendini, kendi edebiyatını nasıl tarif ediyorsun? Kendine “büyülü gerçekçi” der misin, yoksa bunun sence özgün başka bir adı var mıdır?


Biliyorsun, zamanımızda bu tür tanımlamalar sınırlayıcıdır, günümüzde romancılar hemen her türü kullanarak, bunları birleştirerek yazar, yazmaya çalışır. Benim romanlarımda öne çıkan özelliklerden biri bu olduğu için insanlar kolayca bu ifadeyi kullanıyor. Ben bundan memnun olduğumu söyleyemem. Çünkü bu ifade benim romanımın içeriğini genişletmiyor, tam tersine daraltıyor, bilinen eski bir kalıba sıkıştırıyor. Oysa o kalıbın başta Latin Amerika olmak üzere dünya genelinde çoktan değiştiğini, her gün başka formlarla birleştirildiğini, yenilendiğini görmek daha iyi olurdu. Mesela Marquez’in kendisi de, Yüzyıllık Yalnızlık romanına aşırı vurgu yapılmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiş, bu vurgunun onun diğer romanlarını geriye ittiğini belirtmişti.


"Herhalde biz ergenlik çağında sıkışıp kalıyoruz toplum olarak. Ne çocukluktan tam kopabiliyor ne de tam olgunlaşabiliyoruz."

- Sen artık bir çok dilde okunan, sevilen bir yazarsın. Bunun seni kısıtladığını düşünüyor musun? Metninin İngilizceye ya da bir başka dile çevrileceğini bilerek yazmak o metni kurgulayış, anlatış biçimini etkiliyor mudur?


Hayır, öyle bir şey hissetmedim. Bu yargı, biraz da bizim ülkemizde yayılan bir bakış. Kitabın başka yerde yayınlanıyorsa, sen oraya göre yazıyorsundur algısı, öncelikle yazarın zayıf biri olduğu inancına dayanır. Yazarın kendi metni ile arasındaki tutkulu bağı görmezden gelir. Eğer yazar başkaları için yazıyorsa, bu “başkaları”nı çoğaltmak mümkün. Benim için belki küçük köyümün dışındaki herkes başkasıdır. İstanbul’daki bir okur, benim küçük köyümdeki duygularımı nereden bilsin, anlasın? Ya da yıllarca yaşadığım İstanbul dışındaki herkes başkasıdır. Fransa’daki veya Hindistan’daki bir okur, benim İstanbul’umdaki duygularımı nasıl içselleştirsin? Burada sınır yok, her zaman genişletmek mümkün. O yüzden, esas olan şey yazarın kendisi ve yazdığı romandır. Bunun dışında bir belirleyen yok.


- Bir önceki soruyla da azıcık ilintili olarak şunu sormak istiyorum: Taş ve Gölge’de Dersim Katliamı’ndan Denizler’in idamına, 12 Eylül’den Sivas Katliamı’na birçok tarihsel olaya gönderme var. Bunları aktarırken aradaki dengeyi nasıl koruyorsun? Yani bunlardan hiç haberdar olmayan yabancı okurunla, bunların içine doğup büyümüş okuruna bu anlatının aynı şiddette ulaşmasını nasıl sağlıyorsun?


Orada okuru düşünürsek, işin içinden çıkamayız. Ben senin kitaplarını okurken, senin yazdığın her şeyi biliyor değilim, senin kaleminle senin dünyana giriyor, orayı tanımaya anlamaya çalışıyorum. Tolstoy bir romanının girişinde Dekabristler’den söz eder, bu bizim için ne anlam ifade eder? Umberto Eco romanlarında bizi Ortaçağ’daki Hıristiyanlığın teolojik tartışmalarının içine atarken, ne yapmalıyız? Okur olarak bizi ilgilendiren buradaki ansiklopedik bilgiler değil. Asıl olan şey, romandaki ağdır, kurulan örgü, oradaki ruh hali, psikolojidir. Okur bunlarla romana dahil olur. Bu ağ içindeki bilgileri, bütüne uyumu ölçüsünde sindirir.


- Taş ve Gölge, aynı zamanda bir “tamamlanamamış aile” romanı. Annesini arayanlar, sevdiğini arayanlar, sevdiğinden geriye kalan insanları arayanlar, sevdiğinin hapisten ya da kaçaktan dönmesini bekleyenler, tümden ailesinin peşinde olanlar… Kendi edebiyatında aileyi nasıl bir yere koyuyorsun?


Biliyorsun, aile, romanın en albenili konularından biri. Aile iki türlü ele alınır, ya kayıp bir bahçedir ya da kaçılmaya çalışılan bir kabustur. Benimki birinci türde yer alır, aile insanın aradığı bütünlüğü ifade eden bir yerdir, ama o bütünlük dağılmıştır, yalnızca ona ait duygular vardır. Kahramanlar o duyguyla kendilerine yol çizer, yanlışa düşer, aşırıya kaçar veya iyi olmaya çalışır.


- Arkadaşlık da çok önemli bir motif Taş ve Gölge’de. Ben bir yerde “Arkadaşlık kendine el oğlundan aile yontmaktır,” demiştim. Tam olarak bakış açım bu. Sen nasıl görüyorsun arkadaşlığı metinlerinde?


Arkadaşlık her yerde farklı biçimde ortaya çıkabilir. Ben daha çok iki şeyle ilişkilendiririm arkadaşlığı: içini dökebilmek ve onun için fedakarlık yapabilmek. Bunları bütünleştiren bir yere yönelmeye çalışıyorum romanlarımda.


- Biraz da işin mutfağını sormak istiyorum. Nasıl yazıyorsun? Gece mi gündüz mü, yalnız mı kalabalıkta mı? Önce karalamalar yapıp sonra asıl yazıma mı geçiyorsun ya da hikayeyi kafanda tamamen bitirip öyle mi yazmaya oturuyorsun?


Romanın genel konusu, birkaç karakteri, birkaç olayı önceden bellidir. Yıllar boyunca notlar alırım romanlarım hakkında, hangisinin gelişeceğini ve yazıma hazır birikime ulaşacağını ben de merak ederim. Sonra o konulardan birini alıp yazmaya başladığımda, roman büyük ölçüde o yazım sürecinde şekillenir, gidişatı belli olur. Eskiden yalnızca geceleyin yazıyordum. Sonradan gündüz yazmaya ve özellikle dış mekanlarda, kalabalığın içinde yazmaya da alıştım. Bu bana eskiden imkansız gibi görünürdü, şimdi dışarıdaki dünyanın karmaşası ve gürültüsünü hissederek kendi zihnime odaklanmak da hoşuma gidiyor. Zor yazarım, günde sekiz saat çalışmışsam en fazla bir sayfa çıkar, o da iyi bir günümdeysem. En zoru ise ilk cümle ve ilk sayfadır. İlk sayfayı yazmak bir yılımı alıyor, beş romanımda da böyle oldu. Konusu belli olsa da, romanın bütünün dilini, ritmini, atmosferini o ilk sayfada hissederek bulmaya çalışıyorum.


- Adettendir, sırada ne var, diye sormak. Halihazırda yazdığın yeni bir şey var mı? Bize biraz ipucu verir misin eğer öyleyse?


Şu anda çalışıyorum, ama müsaadenle bunu kendime saklayayım. Romanı bitirmeden hakkında konuşma hatasına daha önce bir kez düştüm ve bu beni huzursuz etti.


- Bunu Ayfer Tunç’a da sormuştum, senin de cevabını merak ediyorum. Kendinden sonraki edebiyatı takip edebiliyor musun? Türkçe yazanları kastederek soruyorum özellikle.


Evet, fazlasıyla okuyorum, diyebilirim, hem Türk hem Kürt yazarları izlemeye çalışıyorum. Şu anda elimde genç ve verimli yazarlardan Bawer Rûken’in Di Tarîyê De (Lîs Yayınevi, 2020) adlı romanı var, cezaevinden çıkıp köydeki harap aile evine dönen Reşo K. adlı bir karakteri anlatıyor.


- Son olarak; İngilizce yazmak planın/niyetin var mı? Yoksa hep Türkçe mi devam edeceksin?


İngilizceyi yalnızca makale yazımında, teorik metinlerde kullanıyorum. İngilizce edebi eser yazmayı düşünmüyorum. Türkçe yazmaya devam edeceğim, ve Kürtçe yazmayı da istiyor, tasarlıyorum.



---

Kapak fotoğrafı: Nazlı Erdemirel (artfulliving)


bottom of page