Köksüz bir sessizlikten cürete
- Litera

- 16 Tem
- 3 dakikada okunur
Demet Eker, boşluk ve köksüzlük üzerinden Neslihan Önderoğlu’nun Cüret romanı hakkında yazdı: "Roman boyunca bir “boşluk” dolaşır satır aralarında ama o boşluk öyle sıradan, bildik bir eksiklikten kaynaklanmaz; kim olduğunu, nereye ait olduğunu, ne zaman doğduğunu bilemeyen bir çocuğun içsel kıyısındaki köksüzlükten doğar."

Bazı hayatlar eksik doğar. Öylece başkasının evinde açar gözünü; başkasının verdiği adla çağrılır, başka bir dilin içinde büyür, birinin yoksunluğuna yama olmak için alınır, büyütülür, unutulur.
Neslihan Önderoğlu’nun Cüret adlı romanı, böyle bir eksikliğin ve boşluğun içinden ses veriyor. Roman, Gül, Resul ve Oğuz karakterleri etrafında şekilleniyor. Üçünün temel ortak noktası, farklı nedenlerle, kendileri için seçilmiş hayatları yaşamaları. Başkarakterlerden Gül’ün hikâyesi bir çocuğun terk edilmesinin ötesinde bir belleğin, bir aidiyetin, bir kimliğin sessizce yeniden yazılışı. Roman boyunca bir “boşluk” dolaşır satır aralarında ama o boşluk öyle sıradan, bildik bir eksiklikten kaynaklanmaz; kim olduğunu, nereye ait olduğunu, ne zaman doğduğunu bilemeyen bir çocuğun içsel kıyısındaki köksüzlükten doğar. Bu boşluk roman boyunca çeşitli vesilelerle karşımıza çıkar:
“Gece herkes yattıktan sonra duvardaki kabarcıklara parmağımla dokunmuştum. İttikçe parmağım sonu gelmeyen bir karanlığa uzar gibi içeri gömülmüştü. Duvarın arkası boştu sanki. Boş.”
Gül’ün yaşadığı pek çok travma vardır. Sessiz bir kabullenişle akar kendi nehrinin yatağında. Bu travmalardan birinin katmanı, dil üzerinden örülür. Anadilini konuşması yasaklanır, İstanbul ağzı “terbiye edici” bir unsur olarak dayatılır. Kendi diliyle olan bağı koparılır. Bu, yalnızca bir çocuğun dili değiştirilerek “medenileştirilmesi”nden çok kimliğin yerinden edilmesi, bir belleğin silinmesidir.
“İstanbul şivesi öğreteceğim sana. Hem herkes kendi dilini konuşursa nasıl anlayacağız birbirimizi?”
Sözler, roman boyunca hem yaralayıcıdır hem de boşlukta yankılanan bir gürültüdür. Gül için sözcükler, anlamlarını yitirmiştir. Harfler kendi arasında kopuktur; cümleler ya çok eksik ya da fazlasıyla yüklüdür. Dile gelen her şey, köksüz bir çocuğun zihninde yer bulamaz.
“Ağızdan çıkan ama karşılığını bulamayan her söz, boşlukta bir hançer gibi asılı kalır.”
Roman ilerledikçe anlatıcı, yalnızlığını ve boşluğunu reddetmek yerine onları anlamaya başlar. Her yolculuk bir ayrılıktır ama aynı zamanda bir dönüşü de içinde barındırır. Gül, Oğuz’un varlığıyla farklı bir aidiyet deneyimler. Bu kez karşımızda eksikliği tamamlamanın ötesinde birlikte yürümek için kurulan bir aidiyet vardır.
“Bu dünyada Gül isimli melek yüzlü bir katil ile Oğuz isimli bir sakat oğlan olduğunu… hiç bilmediklerini…” “Benim doğum günüm, bu eve geldiğim gün.”
Saat sesiyle açılır roman. Zaman işlemekte ama geçmiş yerinden kıpırdamamaktadır. Gül için saatte gördüğü yelkovan ve akrep her defasında babasına benzer. Yüzünü unuttuğu ama gidişini her gün yeniden hatırladığı babası. Hatırlamakla unutmak arasına sıkışmış, sabitlenemeyen bir hatıra gibi.
Yeni evi, yeni ismi, yeni ailesi vardır Gül’ün. Ama “yeni” olan her şey başkasının eksikliğinden doğmuştur. Gül, bir kız çocuğu olmaktan çok Oğuz’un eksik kalan parçasıdır:
“Seni Oğuz’un eksik kalan parçası yerine koydu. Sevmeden. Bir eşyayı kucaklar gibi.”
Sevgi, burada bir duygu değildir, bir görevin kenarından geçen bir gölgedir. Bu gölgede büyüyen bir çocuğun kendine yer bulması mümkün mü? Üstelik adı bile ona sorulmadan verilmişse?
Gül, geçmişinin diliyle bağını kaybederken sesini de kaybeder. O yüzden kelimeler onun için şekilden şekile girer, harfler birbirine yabancılaşır, sözler kurur:
“Sözlerin kurşun yarası gibi insanı içten içe kemirip kanatabileceğini öğrendim.”
Boşluk, romanda bir zamanın, bir aidiyetin, bir evin, bir bedenin içinde sesini duyuramayan herkes için büyüyen bir karanlıktır aslında. Bu boşlukta kök salmaya çalışan Gül, evinin, ailesinin dışında kendisinden de koparılmış bir çocuktur.
“… o güne kadar benim hafızam, ortasında büyük bir kestane ağacı bitmiş boş bir düzlüktü aslında. Ben o evde geçirdiğim yıllarda bu düzlüğe bir çöp dahi ekleyememiştim.”
Ama anlatı onun orada kalmasına izin vermez. Roman ilerledikçe Gül yürür, sorar, peşine düşer. Boşlukla yüzleşir. Oğuz’un başına gelenler, onun yeniden doğuşuna bir eşik olur. Yavaş yavaş kendi kararlarını vermeye başlar. En sonunda, kayıplarını ve kırıklıklarını yanına alarak “birinin yanında yürümeye” cesaret eder:
Romanın adı bir soru gibi yerleşiyor zihne: Cüret neye? Cüret, geçmişin bütün yüklerini taşımayı reddetmeye. Cüret, başkasının çizdiği kimliği bırakmaya. Cüret, suskunluğu dile, acıyı harekete çevirmeye.Gül’ün hikâyesi, ait olmakla özgürleşmek arasında bir geçiş noktası. O köklerini kendi elleriyle belki bir bakışa belki bir yoldaşlığa belki bir vedaya bırakıyor.
CÜRET
Neslihan Önderoğlu
Everest Yayınları, 2024
176 s.













































Yorumlar