top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Bu coğrafyada kadınlar, yalnızca kaderle mücadele etmez, kaderi belirleyenlerle de mücadele eder

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 22 saat önce
  • 3 dakikada okunur

Demet Eker, Ömür Müzeyyen Yılmaz’ın romanı, Defne Yangını üzerine yazdı: "Yılmaz’ın romanı, bir kaybı bulmaktan çok bir sessizliği duymak üzerine kurulu."


ree

Bazı romanlar okuru kendi içine çağırır. Ömür Müzeyyen Yılmaz’ın Defne Yangını da bu çağrılardan biri. Sözünü yükseltmeden, bağırmadan söylüyor ama her cümlesi yerin altından gelen bir uğultu gibi derinden duyuluyor. Romanın merkezinde bir kayboluş var, küçük Defne’nin kayboluşu ama yazarın derdi bir ailenin dengesini, bir toplumun vicdanını, adalet arayışını bulmakla ilgili.


Roman, Hodan’da dededen kalma bir köy evine gelen Aylin, Semih ve kızları Defne’nin hikâyesiyle açılıyor. Bu ev, hem bir sığınak hem de bir hesaplaşma mekânı. Bir sabah Defne’nin ortadan kaybolmasıyla başlayan arayış giderek bir içsel yolculuğa dönüşüyor. Arama sahneleri boyunca taşlar, toz ve rüzgârla birlikte geçmişin, suskunlukların, toplumsal yargıların da izine düşüyoruz. Her taşın altında başka bir sessizlik, her sessizliğin ardında başka bir yara var. Sonda söylenebilecek sözü baştan söylemiş olayım, Yılmaz’ın romanı, bir kaybı bulmaktan çok bir sessizliği duymak üzerine kurulu. Geçtiğimiz yıl ülke olarak hepimizin kayıp bir kız çocuğunun sesini duymak için günlerce, aylarca beklediğimizi düşündüğümüzde sessizliğin anlamı üzerinde tartışmak yerinde olabilir.


Yazar, romanın nabzını kadınların iç sesiyle arttırıyor. Aylin’in zaman zaman suskunluğu bir direnç biçimi. Gülistan’ın “deliliği” ise başka bir direnç. Onların sessizlik ve deliliklerinde binlerce kadının yüzyıllardır bastırılmış çığlığı yankılanır. “Coğrafya kaderdir” sözünü tersine çevirir Yılmaz çünkü bu coğrafyada kadınlar, yalnızca kaderle mücadele etmez, kaderi belirleyenlerle de mücadele eder. Aylin, kaybolan çocuğunu ararken aslında kendi varlığının izini sürer.


Romanda ilk sayfalardan itibaren aynı şeyleri çaresizce yaşamanın, sıradanlığın ve döngünün izlerini takip ediyoruz. Bazen doğanın ritminin aynılığını, bazen Semih’in rutine dönen yaşamını izliyoruz. Doğanın döngüsüyle insanın ruh döngüsü iç içe geçer. Her sabah yeniden doğan güneş, aynı yazgının yinelenişidir.


“O da her gün aynı şeyleri yaşıyordu ama öylesine işte. Mecburen. Uzun zamandır aynı şeyleri yapmanın dışına çıkamıyordu. Çıkamayınca bunalıyor, bunalınca kaçmak istese de kaçamıyordu.” (s.1)

Bu mecburiyetin nedenini romanın sonlarına doğru fark ediyoruz. Yazarın ilk sayfalardan itibaren sonu ilmek ilmek ördüğünü ve ayrıntıların bu sona hizmet ettiğini anlıyoruz.


Okumaya devam ettikçe bambaşka ayrıntılarla romanın gerilimine ve kaotikliğine sürükleniyoruz:

“Defne’ye masal anlatmamı istemiştin, anlattım. Hangi masal bizim yaşadığımızdan daha ürkünç olabilir ki?” (s.54)


Romanın dili, suyla taş arasında bir yerde akıyor. Yılmaz, doğayı yalnızca bir dekor olarak kullanmaz; doğa, karakterlerin iç dünyasının iz düşümüdür. Güneş, köy yolları, taş duvarlar, toz, sis hepsi romanın duygusal haritasında birer iz bırakır. Romanı okurken taşın içinde büyüyen bir çatlağı izleriz, çatlak büyür ama taş tamamen kırılmaz. Kadınlar da öyledir bu romanda, kırılırlar ama dağılmazlar. Defne’yi ararken yorgunluktan baygın düşecek hale gelen Aylin’in, her seferinde dirilişi ve yeniden kızını aramaya başlaması azmin en önemli ifadelerindendir ve Semih’in Aylin’le ilgili düşünceleri bu görüşümüzü destekler niteliktedir:

“Tükenmez azminden ilk tanıştıklarında nasıl etkilenmişse bugün de öyle etkileniyordu. Yılgınlığın ne kendisini ne de mazeret sayıp sahiplendikleri Aylin’in hayatında yer tutamazdı. Zayıf ve korkak diye etiketlerdi onları.” (sayfa, 91)


Yazarın anlatısında köy, pastoral bir huzur yeri olmaktan çok toplumsal baskının en görünür biçimlerinden biridir. Köydeki suskunluk, kadınların, çocukların, hatta erkeklerin içten içe bastırılmış çığlıklarıdır. Roman boyunca hepimize “Polise neden gitmiyorlar?” sorusunu sorduran yazar,  arayıştaki merak unsurunu zirveye taşımış, düğüm çözüldüğünde cevabı derinlerde hissetmemizi sağlamıştır.


ree

Defne Yangını, kadınları acıdan türeyen bir direnişin öznesi olarak gösterir. Aylin, kendi çaresizliğini eyleme dönüştürebilen bir kadındır, romanın sonunda bu eylem daha iyi anlaşılır. Adaleti arayanların, birbirine görünmeden, birbirinden güç alarak var oldukları bir dünyayla karşılaşırız böylece. Söz konusu adalet arayışının yöntemi tartışılabilir boyutta olsa da anlatılanlar gerçek hayatta yaşadıklarımızdan farklı değildir.


“Beklenen adalet gerçekleşmeyince eli kolu bağlı oturmayı hazmedemeyenler, aslında hiçbir şey yapmamış olduklarını öğrenmek istemezler elbette. Hem böylesi daha iyi…” (s. 179)

Romanın yapısında yinelenen imgeler, kapılar, aynalar, su, taş, ışık, hem kaderin hem de dönüşümün sembolleridir. Aylin’in defalarca aynı yoldan geçmesi, yalnız bir annenin çaresizliğini değil insanın aynı döngüye hapsolma hâlini gösterir. Ancak romanın sonunda bu döngü kırılır, Defne’nin akıbetini ve olanları Gülistan’ın tanıklığında öğreniriz. Böylece roman, Aylin ve Semih’in kaybını tamamlanmamış bir yas hâlinde, döngülerle ve çaresizlikle gözler önüne serer. Romanın her sayfası, “yeniden doğmak” ile “yeniden yanmak” arasındaki ince çizgide yürür.


Defne Yangını, bir kayboluştan çok bulunamayanların romanıdır. Kızını arayan annenin ve babanın gözünden, kaybolmuş adaletin, unutulmuş şefkatin, suskun bırakılmış kadınların hikâyesi okunur. Yılmaz, coğrafyanın kader olamayacağını çünkü insanın kendi iç coğrafyasını değiştirme gücüne sahip olduğunu söyler. Defne Yangını, hayatların içinden geçen yangınların bir haritası, küllerinden yeniden doğmaya çalışanların, acıyı defalarca yeniden yaşayanların romanı.


DEFNE YANGINI

Ömür Müzeyyen Yılmaz

Edisyon Kitap, 2025

Tür: Roman

200 s.

Yorumlar


bottom of page