Kötülüğün değişmeyen hikâyesi
- Litera
- 13 Haz
- 5 dakikada okunur
Şule Tüzül, Emily Brontë'nin tek romanı Uğultulu Tepeler üzerine yazdı: "Romanı okurken, yüz seksen yıl önce yaşamış, henüz otuz yaşında hayata veda etmiş Emily'nin doğayı ve hayvanları insanlara tercih edişini tüm hücrelerimde hissettim."

Emily Brontë'nin tek romanı Uğultulu Tepeler, bugün 178 yaşında. O günden bugüne üzerine yazılıp konuşulan müthiş bir klasik. Benim henüz okuma şansım oldu. Bir süre önce Oylum Yılmaz'ın Doğa Yürüyüşleri'ni okumuştum. Brontë Kardeşler ve Uğultulu Tepeler'i de gündemine alan kitaptaki makalesi üzerine KulturaLitera Kitap Kulübü'nde kitabı konuşmaya karar verdik ve konuştuk. Toplantımıza, Bilgi Üniversitesi akademisyenlerinden Nilay Kaya hocamız da katıldı. Onun sayesinde Brontë Kardeşler ve Uğultulu Tepeler üzerine şahane bir toplantı yaptık. Toplantı öncesinde de Deniz Yüce Başarır ve Ilgın Sönmez'in Ben Okurum podcast'inde kitabı konuştukları bölümü dinlemiştim. Uğultulu Tepeler ile öyle dolup taştım ki, ben de içimde birikenleri paylaşmak istedim.
Neredeyse iki asır önce yazılmış bir eserde insana dair anlatılanların bugün hâlâ geçerli olması, Uğultulu Tepeler'i büyük bir klasik eser yaparken, insana dair umutsuzluğumu da perçinledi. Çünkü roman kötülüğü anlatıyor. Emily Brontë'nin doğayı ele alış biçimi romanda beni en çok etkileyen özellik oldu. Evcilleştirilmiş değil, vahşi bir doğa söz konusu. Hayatta kalmak için bu doğaya boyun eğmek ve uyum sağlamak zorunda olan bir yaşam. Doğa karşısında aciz ve zavallı, kötü ve çirkin kalan roman kahramanları. Romanı okurken, yüz seksen yıl önce yaşamış, henüz otuz yaşında hayata veda etmiş Emily'nin doğayı ve hayvanları insanlara tercih edişini tüm hücrelerimde hissettim. Bunun için ne betimlemelerinde doğayı yüceltiyordu ne de bu tercihini doğrudan ifade eden cümleler kullanıyordu. Romanın muazzam kurgusunda yer alan tutkulu aşkın, sınıf çatışmasının, adalet ve eşitlik vurgularının, kadın sorununun içine bu tercihini ruh akrabası okurları için fısıldamış sanki.
Genelde, ana meselesi kötülük kavramı olan, insanın kötülüğünün sınırlarını keşfe çıkan her romanda, doğa ve hayvanlar bu kötülükten en çok nasibini alanlar olur. Çünkü sadece onlar katıksız bir masumiyete sahipler. İyi yazarların ve büyük eserlerin çoğunda bu yöntem ustaca kullanılır. Bir insanın ne kadar kötü olduğu, en masum varlıklar olan hayvanları öldürmesi ya da ağaçlara, doğaya zarar vermesi ile en vurucu biçimde anlatılabilir. Edebiyatta da sinemada da beni çok zorlayan, çok rahatsız eden bir yöntemdir bu. Emily Brontë oldukça uzun olan bu romanda bu yöntemi belli belirsiz kullanır. Çünkü okurundan çok kendi dayanamaz bunun acısına. Ana kahramanımız, romanın en kötücül karakteri Heathcliff, ölümsüz aşkı Catherine'i çıldırtmak için Catherine'in eltisi Isabella'yı kendine aşık edip kaçırırken, çiftliğin kapısına Isabella'nın köpeğini asar. Köpek ölmeden, romanın iki anlatıcısından biri olan, evin kahyası Nelly bulur onu ve kurtarır. İlk defa o sahnede Emily Brontë'nin doğa ve hayvanlara karşı hassasiyetini derinden hissettim. Birkaç cümleyle geçen, kısacık, belli belirsiz bir sahnedir oysa bu. Kurgu bile olsa, bir köpeğin ölmesine gönlü razı gelmemiştir Emily'nin. Sonrasında ise sadece birkaç yerde, yine belli belirsiz biçimde, Heathcliff'in insanlara yaptığı kötülüğün benzerini hayvanlara da yaptığını ima eden cümleler yer alır. O kadar. Bugün bile birçok yazarın uzak kalamadığı insan merkezli dile ait bir ifade bulamayız Uğultulu Tepeler'de. Bazı yazarlar, onları hiç tanımasanız da, eserlerinde kendilerini hiç göstermeseler de, size derler ki, sen ey okur, yaşamda seninle çok yakın yerlerde duruyoruz, çok çok yakınız.
Annelerini çok erken kaybetseler de, Viktorya dönemi gibi İngiltere'nin en baskıcı dönemlerinden birinde yaşasalar da, sanayi devriminin vahşi etkilerine maruz kalsalar da, babaları konusunda çok şanslılar. Bu nedenle üçü de klasiklere imza atan büyük yazarlar. Bir papaz olan babaları çok açık fikirli ve kültürlü. Büyük bir kütüphanesi var. Kızlarının eğitimiyle ilgileniyor ve onları okumaları, yazmaları konusunda destekliyor. Hem de cesurca yazmaları konusunda. Öyle ki, Uğultulu Tepeler, Emily'nin ölümünden bir yıl önce, 1847'de yayınlandığında taşa tutuluyor. Bugün de kutsal kabul edilen aile ve toplumu, zengin ve yoksul arasındaki adaletsizliği, otoriteyi eleştirmesinin yanı sıra din eleştirisi de yapan, hatta dini kurallara kafa tutan roman, en çok da din adamlarından eleştiri alıyor. Önce yazarın kadın olduğunu belli etmeyen takma bir isimle yayınlanıyor. Erkeklerin hâkim olduğu edebiyat kanonu asıl şokunu, yazarın kadın olduğunun anlaşılmasıyla yaşıyor. Üstelik söz konusu olan bir ilk roman. Emily'e ve kardeşlerine nasıl hayran olmayız?
Uğultulu Tepeler evet bir ilk roman olabilir ama bir yazarın olgunluk dönemi eseri aslında. Çünkü üç kardeşin de bütün hayatları, gece gündüz okuyarak, önce şiirler sonra kurgu eserler yazarak geçiyor. Edebiyatla nefes alarak yaşamı gözlüyorlar. İnsana dair şu tespit, usta bir yazarın kaleminden çıkma değil midir: "İşin doğrusu, eninde sonunda insanın kendini düşünmesi gerekiyor, uysal ve iyi yürekli olanların bencillikleri zorba olanlarınkinden insaflı oluyor, o kadar." İnsanın bunca yıldır hiç değişmemesine ne dersiniz?
Romanın diğer bir hayranlık uyandıran özelliği kadını ele alış biçimi. Uğultulu Tepeler'in hiçbir kadın karakteri toplumsal cinsiyet rolünün içine hapsedilmiyor. Elbette Viktorya döneminin gereği, kadın ve erkek, efendi ve hizmetli, aile ve toplum içinde yüklendikleri sorumluluk ve haklar çerçevesinde rollerini ustaca oynuyorlar. Ancak romanın kadın karakterleri Catherine, Catherine'nin kızı Catherine, Nelly, Isabella hatta romanın sonunda kısa bir süre sahneye çıkan Uğultulu Tepeler'in hizmetçisi Zillah bile kadın cinsiyeti ile değil insan olarak karşımıza çıkarlar, iyisiyle kötüsüyle, karanlık ve aydınlık yönleri ile insanı anlatırlar. Aile ve evlilik eleştirisi, o gün için, bence bugün için bile, bir devrim niteliği taşır.
Uğultulu Tepeler'i bir klasik yapan özelliklerden biri de, yine yazıldığı dönem göz önüne alınırsa, sanayi devriminin sonuçlarına, sınıf çatışmasına ve ırkçılığa getirdiği eleştiridir. Emily Brontë'nin ustalığı ise tüm bu eleştirileri göze sokmadan, kurgunun ve yaşamın doğal akışında anlatabilmesidir. Uğultulu Tepeler'in hizmetkarı Zillah'ın Nelly'e, büyük bir zenginlikten beş parasız hale düşen romanın ikinci Catherine'nine olan birikmiş hasedini, onun düştüğü durumdan aldığı hazzı ifade eden şu cümleye bakın: "Ama ne yalan söyleyeyim, onun burnunu biraz daha kırmak pek hoşuma gidecek. Sonra, bütün o bilgisinin, o inceliklerinin şimdi kendine ne yararı var? O da sizin kadar, benim kadar yoksul; hatta, bahse girerim, daha da yoksul. Siz düşünerek harcıyorsunuz, ben de bir parça biriktiriyorum." Türkiye'nin, ve benzer siyasi süreçler yaşayan ülkelerin, bugün geldiği noktanın temelinde yatan gerçekliğin özetini ifade etmiyor mu Zillah? Tüm dünyada muhafazakâr, ırkçı ve cinsiyetçi siyaset neden bu kadar güçlenebiliyor?
Uğultulu Tepeler, tüm bunların yanında elbette büyük bir aşk romanı. Tutkuyu en iyi anlatan klasiklerden biri. Bugünün "toksik" aşkına karşılık gelen, kimsenin yaşamayı tercih edeceği bir aşk olmasa da, psikanalistler için muazzam bir inceleme örneği olabilir. Cinselliği doğrudan anlatan hiçbir ifade bulunmamasına rağmen cinselliğin ve tutkunun yoğunluğunu hücrelerimizde hissettirir Emily Brontë. Catherine "Ben Heathcliff'im," diyecek kadar özdeşleşmiştir aşkıyla. Heathcliff ise tüm ömrünü bu aşka adar, son nefesine kadar tutkusu aynı coşkuda kalır, Catherine'nin yokluğunda bile.
Brontë kardeşlerin annesiz yaşamları, romana tüm ağırlığıyla yansır. Anneler hep ölür, çocuklar hep annesiz büyür. Oylum Yılmaz, Doğa Yürüyüşleri'nde yer alan Funda çalıları, hayaletler ve edebi anneler üzerine başlıklı denemesinde Brontë kardeşleri ve Uğultulu Tepeler'i farklı bir pencereden inceler. Romanın anlatıcısı, hem Hindley hem Linton ailesine hizmet ederken her iki ailenin çocuklarına dadılık da yapan Nelly Dean için romanın kayıp annesi der Oylum Yılmaz. "Onun, tüm roman boyunca alttan alta ilerlediği halde bize hiç kendini göstermeden, sadece yokluğunun ve kaybının izini sürdüren anne imgesinin tek temsilcisi olduğunu," söyler.
Çocukların tek travması annesizlik değildir. Uğultulu Tepeler'in çocukları kötülüğün içine doğar ve kötülüğün içinde büyürler. Emily Brontë'nin romanda kötülüğü nasıl işlediğine dair ise Oylum Yılmaz şunları söyler:
"Emily Brontë'nin en büyük dehası insanı aynı anda hem iyi hem kötü olarak gösterebilmesinde değildir ama, burada bir yanılgıya düşmek kolaydır: hayır, iyi ve kötünün iç içeliğinde değil, sır, çocukluğumuzdadır. Uğultulu Tepeler'in uğultusu insanın çocukluğunda yaşadığı travmalardan gelip eser, kulaklarımızı acı dolu çığlıklarla doldurur, bedenimizi titretir. Çocukluk çaresizliktir, iyileştirilemez ve bu dünya iyileştirilemeyecek çocukların yetişkinliklerinde yarattıkları bir cehennemdir."
Maalesef 2015 yılında kaybettiğimiz, kitabın çevirmeni Naciye Akseki Öncül'ü saygıyla analım. Onun sayesinde bu şahane klasiği Türkçe'de tüm duygusu ve derinliği ile okuyabiliyoruz.
Emily Brontë, kötülüğü roman boyunca doğayla dengeler. Doğanın vahşiliği ve dinginliğiyle. Bir sır verir gibi...
Charlotte'un Jane Eyre'i, Anne'nın Agnes Grey'i ve Emily'nin Uğultulu Tepeler'i sanki Necib Mahfuz'un Kahire Üçlemesi gibi düşünmekten kendimi alamıyorum. Üç kızkardeş üç romanla hem kendilerini anlatmışlar hem de Victorya döneminin sosyal yapısı hakkında sağlam bir belgesel sunmuşlar.