"Okurken senin için çizilmiş bir yoldan giderken yazarken yolları sen çizmek zorundasın."
- Aynur Kulak

- 31 Tem
- 10 dakikada okunur
Aynur Kulak, İlgi Erpelit ile ilk romanı Bize Ait Bir Yer odağında söyleşti: “Her ilişkilenmede, hayatımıza kattığımız her kişide, dahil olduğumuz her toplulukta kendi cumhuriyetimizden bir parça toprak kaybediyoruz.”

Sohbetimize hem edebiyatla kurduğunuz bu bağı konuşarak başlamak istiyorum hem de okurluk dışına çıkarak yazmak nasıl bir deneyim oldu sizin için, diye sormak istiyorum.
Klişe olacak ama okumayı öğrendiğim günden bu yana kitaplar elimden düşmedi diyebilirim. Kitap, özellikle de kurmaca, en çok da roman okumayı sevdim. Bu bakımdan şanslıydım. Evimizde çok fazla kitap vardı. Okumak ve okuduklarım üzerine düşünmek, romanlara zihnimde farklı diyaloglar ve farklı sonlar yazmak her zaman en sevdiğim aktiviteydi. Okuyacak bir şey bulamazsam prospektüs bile okurdum o derece. Bir eve davet edildiğimde ilk işim kitaplığına bakmak olur, ev sahibini unutup okumaya daldığım da çok olmuştur.
Yazmaya gelince o bambaşka bir deneyim. Okurken senin için çizilmiş bir yoldan giderken yazarken yolları sen çizmek zorundasın. Denize hep başkasının kullandığı tekneyle açılmışsın, şimdi teknenin dümeni sende üstelik tekneyi bile sen yaptın. Yönünü kendin buluyorsun, sağ salim bir limana ulaştırman gerekiyor. Hem büyüleyici, hem sarsıcı bir deneyim, güvenli alanı terk etmek. Yazarken kendi içinde de derin bir kazı yapıyor, bilinçaltının kapılarını açıyorsun, sonra kendinin dışına çıkıyorsun. Hem içeriden, hem yukarıdan bir bakış. Buldukların şaşırtıyor. Başkalarının yerine geçiyor ve onları anlamaya çalışıyorsun.. Hem özgürsün hem de herkesin önünde çıplak diyebilirim. Bir de tabii okuduğun bütün o iyi kitaplar önünde dağ gibi duruyor, aşmayı bırak yanlarına yaklaşabilecek misin? Bu bakımdan kaygı da önemli bir eşlikçiydi.
Ayrıca parantez açmak isteyerek; üstelik roman yazmak, desem. Uzunluğu, kapsamı, içeriği ve az sonra aşağıda konuşacağımız tematik unsurlarıyla, karakterleriyle roman yazmak nasıl bir süreç oldu sizin için? Bu süreçte her anlamda çok önemli tekamüller yaşadığınızı düşündüm.
Üstelik roman yazmak… Daha önce kurmacanın hiçbir türünü yazmamıştım. Sanırım okur olarak yaptığım birikime güvendim o noktada. İfade yeteneğimin olduğunu biliyordum. Yine de roman, uzun anlatı gerçekten büyük bir iddia oldu. Zaten bir yere gelince birikimimin yetmediğini kabullenerek Irmak Zileli’nin verdiği romana hazırlık ve sonrasında kendisiyle birebir çalıştığımız roman yazma atölyesine devam ettim. Kurgu yapmak, her şeyi birbirine bağlamak, romanın işleyiş mekanizmasını çözmek okurken dikkat ettiklerini yazarken uygulamaya koyma çabası ve yazdığım hiçbir detayı boşlukta bırakmamak… Algılarım keskinleşti bu süreçte. Hayranlıklarımdan sıyrılıp kendi yazar sesimi de bulmam gerekiyordu. Sadece edebi bir gelişim değil, ruhsal, zihinsel bir yolculuktu. Kendimle ilgili hakikatleri de keşfedip hazmetmem gerekti. Empati, sezgi, iç ses büyüyor, seni de büyütüyor. Hızlı bir okur olarak bu hızın yazmaya da yansımasını umarken uğradığım hayal kırıklığını yenerek sabretmeyi öğrenmek de önemliydi. Zaman yönetimi konusunda da daha becerikli olmayı denedim diyeyim. Bu romanı yazmaya başladığım zamankiyle şimdiki ben arasında çok fark var.
Bize Ait Bir Yer, içinde bir çocuk karakterin olduğu, çok karakterli, mekânsal unsurların çok önemli olduğu, köklü travmaların yaşandığı, dönemsel anlatı unsurlarının hikayeye önemli ölçüde yön verdiği önemli bir roman. Sizi masanızın başına romanı yazmak üzere oturtan ana odak meseleler neler oldu?
Bende süreç tersine işledi. Meseleden önce karakterler geldi zihnime. Aziz‘i ve Aysel’i, aşklarını, kalabalık bir ailenin hayat çizgisinin nasıl değişebileceğini düşünüyordum. Ancak dediğim gibi hem roman için yaptığım okumalar sırasında hem de sonrasında yazarken gördüm ki özel hayatımdaki kendi kayıplarımla da yüzleşiyordum. Babamı kaybetmemin üzerinden iki yıl geçmiş, yasımı bitirememiştim. Başta bilmesem de bugün biliyorum ki o büyük kayıp, başka kayıplar, başkalarının kayıpları üzerinde de daha çok düşünmeme sebep oldu. Romanı yazma konusunda tetikleyici buydu. Yine de başta söylediğim gibi ilk olarak karakterler geldi meseleden önce ve Aziz zihnimde konuşmaya başladı. Kendi hayatımda da önce insana bakıyor ondaki meselenin adını gözlemledikçe koyuyorum. Romanda da kafam böyle çalıştı. Karakterler, davranışları, tepkileri ve sözleri üzerinde düşünürken bunun en temelde bir erkeklik, bir iktidar meselesi olduğunu gördüm. Dünyanın her yerinde güç ama özellikle bu topraklarda kadın olmak da üzerinde çok uzun zamandır kafa yorduğum bir meseleydi. Sonrasında anlatıcıyı yeniden belirlediğimde bu kez çocuklar gündeme geldi. Herhangi bir sebeple toplumun belirlediği normların dışında kalan çocuklar. Benliğin yaralanması, aidiyet krizleri. Yeterince duygusal yardım alamayan çocukların kendilerini ‘’yanlış’’ hissetmesi. Neredeyse elli yıl öncesinin ebeveynliklerini, yetişkinlerin çocuklara davranışlarını düşündüm. Günümüzde her ne kadar değişmiş görünse de, temel sorun aynı. Yani çocuklara duyulan sevginin içinde, çocuğun aileden bağımsız başka bir birey, kişilik olduğunun kabulünün hâlâ pek çok ebeveyn ve yetişkinde olmadığını hem gözlemlerimden hem de roman için yaptığım okumalardan tespit ettim. Romanın hemen hemen bütün karakterlerinde hayatlarının bir yerinde toplumun belirlediği normların dışında kalma, aidiyet, yerini arama meselesi var.
“Yüzüm kendi dilinde konuşmuyor.” Romanı bütünüyle özetleyen bir cümle oldu benim için; okuyunca biraz durdum. Bir çocuk karakter, Dört Numara, ve onun yaşadığı ani değişim ve sonrasında yaşananlar çok iyi anlatılmış. Çocuk gözü, çocuk algısı, çocuk duygularıyla çok güzel anlatılmış. Başına ne geldiğini bilmeme haline bir de çocuk olmak eklenince bu iki durum nasıl anlatılır, bu gerçekten zordur. Böyle bir hikayeyi yazmayı ve hikayeyi bu noktadan başlatmayı kafanıza nasıl koydunuz?
Daha önce bahsettiğim gibi roman bu noktadan başlamayacaktı ilk fikri oluştuğunda. Ancak Karacaları karşıdan gözlemleyen bir göze ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Kim olabilirdi? O zaman Dört Numara anlatıcı olarak sahneye çıktı. Çünkü ben de o yaşlarda epey süren bir hastalık karantinası sırasında gerçekten hep pencerenin önünde dışarıyı seyretmiş, insanlara uzun uzun bakmıştım. Romanın ilk sahnesini düşündüğümde Karacalardan değil, anlatıcıdan başlamak, onu tanıtmak daha doğru geldi. Hep pencerenin önünde olmasına yol açan olaydan başlamak. Dört Numara daha kısa anlatılacaktı ancak yazdıkça hikâyesi büyüdü, genişledi, başta düşündüğümden daha uzun bir anlatı oluştu ve Dört Numara romanın esas kişisi haline geldi.
Dört Numara, Fatma Yenge, Aziz, Şeref; roman bu karakterlerin anlatıldığı dört bölümden oluşuyor. Romanın psikolojik yönünü tam da bu noktadan konuşmak istiyorum, çünkü dördünün de dünyasının bileşeni -yoğun veya değil- Cotard Sendromu mustaripliğinin fiziksel değilse de psikolojik semptomlarını yansıtması. Dört Numara karakteri özelinde bu sendromun dört karaktere temasının bir nesle neler yaptığını konuşmak istiyorum sizinle. Fatma Yenge ile de aslında nesilden nesile aktarılan psikolojik durumlar var; öyle değil mi?
Cotard Sendromu yaşanan büyük travmalardan sonra bireyin öldüğüne, ölü olduğuna hatta çevresindeki herkesin de aynı şekilde ölü olduğuna inandığı psikolojik bir hastalık. Dört Numara dışındaki diğer yetişkin karakterler, dini inançları ve kültürel kodları gereği ermişlere inanıyorlar. Dört Numara ise Cotard’a yakalanmadan önce de okuduğu romanların etkisiyle zaten peri, sihir, hayalet böyle şeylere bayılan bir çocuk. O da sorgulamıyor bunları. Geçirdiği rahatsızlıkla önce eve sonra iyice içine kapanıyor. Pencere dış dünyayla tek bağlantısı hem dışa açılan, onu bir şekilde gözlemci olarak hayata dahil eden hem de dışarıdaki o hayattan koruyan. Ayna artık başkalarının yüzü onun için, normal olan. Kendi aynasında gördüğü şey ise aslında ortaya çıkmasında kendisinin hiçbir dahli olmayan bir utanç sadece. Sessiz, yapışkan bir utançtan kendisini içine çekilerek, orada kendi mizah anlayışına bilinçdışı da olsa sığınmaya çalışarak kaçınıyor. Sevmenin önce görsel kabulden geçtiğini ve kabulün onun için artık imkân dışı olduğunu düşünerek ruhunu da toplumdan izole ediyor. Bu travma ona özel bir iç derinlik ve sezgi katıyor. Fatma Yenge ise karşı evin hafızası. Aynı zaman da o da Dört Numara gibi dışarıdaki hayatla pencere vasıtasıyla iletişim kuruyor. Karacalar’ın evinin bir uzvu gibi o da. Travmalarını da konuşmuyor, acının üzerinde durmak, onu giyinmek istemiyor. Çocuklarına aktardığı psikolojik durum da bu; kurcalama, yüzleşmeye çalışıp durma, kabullen ama acıyı içselleştirme, yola devam et.
Şeyda karakterini konuşmak istiyorum atlamaksızın. Özellikle Şeyda’nın Dört Numara’ya görünmez olduğunu söylerken, “…daha çok yok gibiyim, değil mi …” dediği bir sahne var. Ruhta, psikolojide felç olmuşluğu anlatan çok etkili bir sahneydi. Büyük evlerin, kalabalık ve dağılmış ailelerin içinde kaybolmuş bir kadın olarak Şeyda’nın söyledikleri ve Dört Numara ile kurduğu bağ çok özeldi. Bu bağı Şeyda karakteri özelinde konuşabilir miyiz?
Şeyda karakteri romanın temel meselelerinden biriyle, çocuklukta normların dışında kalmak, yok sayılmak, görülmemek ile bağlantılı. Toplumun normatif beden algısının dışında kalmış o da çocukluğunda. Bakılmış, büyütülmüş ama görülmemiş bir çocukluk onunki. Yetişkinliğine yansıması da yine kalabalıkta görünmez olmak ve bunu kolayca kabul etmek. Varlığına kendi sesini duyarak inanan, benliğini o şekilde var eden, dış onaya bağımlı ama aynı zamanda onu da provoke edebilen bir figüre dönüşüyor. Annesinin evlenirken söylediği sözler onun da evlerle ve aidiyetlerle olan ilişkisini keskin bir şekilde travmatize ediyor, anne ev demektir, kadersel bir kopuş yaşıyor annesinin sözleriyle. Karacaların evi, onun için hem yuvaya dönüş hem de kendi ailesinde yaşadığı dışlanmışlığın telafisi. Evliliğine gelince bu telafi aşk ve sevgi onun için bir inanç sistemine dönüşüyor neredeyse. Ruhu elbette felç ancak içiyle biliyor bunu aklıyla değil. O da bir yanıyla hâlâ çocuk, o da orada, yok sayıldığı çocukluğunda kaldı, bu yüzden iletişim kurabiliyor kendisi gibi normallerin dışında kalan Dört Numara ile. Oraya aşina, küçük bir kızın kendisine kahve ikram edilecek, evlere misafir olarak davet edilecek, sohbetlere katacak kadar önemsenmek istediğini bildiği yer. Dört Numara da Şeyda’yı akıldan çok sezgiyle tanıyor. Merhamet duyuyor bir çeşit bu kadına, hem yetişkin hem çocuk olan bir nevi arkadaşına karşı. Birbirlerinin ihtiyaçlarını seziyorlar.
Ayıca Fatma Yenge ve Dört Numara’nın kurduğu bir bağ var. Fatma Yenge’nin kendine özel bir dünyası var. Çok önemli değişimleri aniden veya yavaş yavaş yaşamış, sınanmış ve kendi zihninde bir yerlere sığınmış bir kadın o. Dört Numara’nın Fatma Yenge’ye Tom Sawyer okuduğu sahneler çok güzeldi. Fatma Yenge’nin çocuk zihninin, hayal dünyasının kaybolmadığını daha da net gördük. Ben böyle yorumladım biraz ama ikisinin arasında kurdukları bağı ve Fatma Yenge’yi nasıl tarif edersiniz?
İki karakter de gün boyunca pencere ardında dış dünyayı izliyor. Az konuşarak, olayları daha çok içlerinden değerlendiriyorlar. Yaş farklarına rağmen, benzer bir bakış açısı ve benzer bir dışarıdan yaşama eğilimi gösteriyorlar. Fatma Yenge, Dört Numara’nın yetişkin bir yansıması gibi. Kabullenişe geçmiş, teslimiyeti benimsemiş. Hâla hayaletlere inanan, bu inancı doğal bir çerçeveye oturtan biri. Dört Numara’ya benzer şekilde mizahı gürültülü değil, içsel bir savunma, bir dayanma biçimi. İç sesi görüntüsünden çok daha canlı. Çok konuşmamaya alışmış, zamanla bu karakterine oturmuş. Dört Numara ile böyle bir bağ kuracaklarını ben de bilmiyordum. Adeta kendiliğinden akan bir şey oldu ve yazdıkça aslında bir yanıyla Fatma Yenge’nin Dört Numara’nın karşı penceredeki yetişkin yansıması olduğunu gördüm. Dört Numara gibi dışarıya çok ses vermeyen ama muzipliğini içinden sürdüren bir kadın. Geçmişi anmasa da, anlatmasa da çocukluğu zihninde işlemeye devam ediyor. Birbirlerini anlıyorlar. İkisi de insanların içine karışmaktan çok onlara bakmayı seviyor.
Tabii ki romanın sonuna kadar kendini pek belli etmeyen Şeref karakteri üzerinden okuduğumuz bir baba meselesi var. Ve bir de erkeklik meselesi var, Aziz karakteri üzerinden okuduğumuz. Aslında Aziz için pasifte kalarak erkeklik meselesi içine giren ve kararlarını bu yönde alan biri diyebilir miyiz? Diğer yandan sahneye arada bir girip çıkan ama baskıcı bir baba karakteri Şeref. İki erkek de bir şekilde etkili ve Bize Ait kılınmak isteyen bir kökten değişiminin köşe taşları, ne dersiniz? Eril olmanın hem baskın hem de çekinik durumlarının neye sebebiyet verdiğini bu iki karakter özelinde konuşabilir miyiz?
Her iki karakter de eril kimliğin farklı formları. Cinsiyet rollerinin bireysel travmalarla nasıl iç içe geçtiğini, erkekliğin baskın ve kırılgan yanlarını görünür kılıyorlar. İkisi de tutumları, verdikleri tepkiler ile erkekliğin sabit bir kimlik değil, duygusal katmanlarla şekillenen aslında kırılgan bir performans olduğunu gösteriyor. Baba karakteri çocuklarına çok derinden bağlı, ancak sevgisi kayıp korkusuyla şekillenmiş bir figür. Kaybetme korkusu aşırı kontrolcülüğü getirmiş. Kontrol dışı durumlarda korku öfkeye hatta şiddete evrilmiş. Dört Numara’nın travmalarından ilki babalıkla şiddeti bir arada gördüğü an. Sıradan zamanlarda babadan gördükleri şefkatle o şiddeti eşleştiremiyor, bu onda bölünmeye yol açıyor. Çocukları için hep ‘’orada’’ ama bu oluş denetim ve kontrol de içeriyor. Aziz de erkek olmanın nimetlerini hep yaşamış, ayrıcalıklarını hiç yadırgamamış, üzerine düşünmemiş biri. Onun erkekliği duygusal – ağlamaktan hiç çekinmez mesela, karısına olan aşkını gizlemez toplum önünde - ama o da bir anlamda norm dışı, o denli duygusallık erkekte hoş görülmez. Yine de erkekliğin konforunu yaşamaktan geri durmaz. Bunları Şeref kadar belirgin ortaya koymama sebebi Aysel’e olan aşkı. Ona büyüklenememesi, kaybetmekten çok korkmasından. Bu yüzden kardeşi Müjdat gibi keskin tavırlarla değil, daha yumuşak dayatıyor isteklerini. Ama son karar zamanı geldiğinde ağırlığını kendi isteklerinden yana koymayı biliyor, evdeki kadınların hatta Aysel’in ne düşündüğünü, ne istediğini gerçekte dikkate almıyor. Manüplasyonla onları da asıl isteklerinin, onlar için doğru olanın bu olduğuna ikna ediyor. Erkekliğinin ispatını, ‘’bir koyup üç alma’’ felsefesiyle aileyi niteliksel olarak değil niceliksel olarak zenginleştirerek yapmak istiyor. Evet, Karacaların hayatı erkeklerden, erkeklikten kaynaklanan sebeplerle değişiyor. Zor kararlarda, herkesi arkasına alamayacağı durumlarda, Handan’ın, Nalan’ın evlilikleri konusunda olduğu gibi, daha çekinik duruyor. Bu kez de kardeşlerinin acı çekmesine sebep oluyor. Hayatta da benzer bir durum söz konusu. Erkeklerin kendi doğrularına göre etraflarına, etraflarındaki insanlara şekil verme, ‘’evreni’’ yola getirme arzuları pek çok acıya ve travmaya sebep oluyor.
Aslında romanı “Biz” olabilme, biz içerisinde “bir yer” edinebilme üzerine, yerini bulma, kendini bir yere konumlama veya kendine alan açma, “Oturma Odası Cumhuriyeti” kurma üzerine diye de genişletebiliriz, öyle değil mi? “Kendine ait”ten, üçüncü tekil şahıs “Biz”in içinde bir Cumhuriyet…; toplum düşünüldüğünde, Cumhuriyet’le ilişkimiz düşünüldüğünde pek de genişlemiyor aslında, bu derinlemesine ironiyi konuşmak isterim. Sadece, Dört Numara için de değil, Aziz için de durum aynı aslında desem, oda Cumhuriyetleri, ev Cumhuriyetleri, kentsel dönüşüm Cumhuriyetleri alan açıyor gibi, bir şeylere hak tanıyor, izin veriyor gibi ama…
Haklısınız, romanı bu şekilde genişletebiliriz. Roman boyunca hep bir ‘’biz’’ olana yönelme var karakterlerde. Hem anlam üretme hem de hayatta kalma çabası olarak. Geniş ‘’biz’’, iki kişilik ‘’biz’’, farklı biz biçimleri. En temel duygulardan birinin peşinden gittim roman boyunca bir yere ait olarak ‘’biz’’ in içine girmek. İroniye gelince; hem biz olmak hem de ben’liği korumak istiyoruz. Aslında her ilişkilenmede, hayatımıza kattığımız her kişide, dahil olduğumuz her toplulukta kendi cumhuriyetimizden bir parça toprak kaybediyoruz. Çünkü ‘’biz’’ olmanın bir kuralı da bu ve evet, neyi düşünürsek düşünelim, toplum, cumhuriyet, aile, topraklarımız genişlemiyor aslında. Bir yanımız çoğalırken kendi içimizden azalabiliyoruz. Aziz için de, Karacalar için de geçerli elbette. Kentsel dönüşüm cumhuriyetleri alan açıyor gibi görünse de pırıl pırıl yeni hapishanelerimiz esasında. Eski ama geniş alanlarımızı elimizden alarak, yeni fakat küçültülmüş bir yaşam ortamında, birbirimize çarpa çarpa, sığınacak tek bir tenha alan bırakmadan ‘’biz’’ in en sevimsiz halinde yaşamaya mahkûm ediyor insanı.
Biz olma duygusuyla beraber, bir mekanda birlikte yaşama ve her bir kişinin hayatının farklı rotalara doğru ilerlemesinin bu mekanları ne hale getirdiği gerçeği var. Bir oda “cumhuriyet” haline dönüşürken, bir müstakil ev kentsel dönüşümle apartmana, doktorların odaları anahtarları olmayan kapalı alanlara dönüşüyor. Romanın mekansallığı adına bu ince nüsansları konuşabilir miyiz?
Roman aslında iki mekânda geçiyor. Dış mekân yok gibi bir şey. Dört Numara’nın sessiz ve içine kapanık evine karşılık, Karacalar'ın canlı, gürültülü, neşeli, aşk dolu evi. Dört Numara’nın gözünde karşı ev, hayatın kendisi. Evlerin pencereleri iç ve dış dünya arasında bir ara yüz. Fatma Yenge ve Dört Numara’nın akan hayatla bağlantıları. Zaman sanki sadece başkalarının evlerine, hayatlarına bakıldığında işliyor. Karacalar'ın insana, nefes alan, düşünen canlı, bir varlıkmış gibi gelen evi, ev halkının da canlılığını, coşkusunu, neşesini anlatıyor. Evin mimari yapısı, içindeki insanları da kendine katarak neredeyse gerçekten canlı bir varlığa, romandaki bir başka karaktere dönüşüyor. İki farklı psikolojinin temsili; Dört Numara’nın evi ve Karacalar'ınki. Öte yandan bir apartman dairesindeki sıradan bir oturma odası, bir çocuğun hayal gücüyle gerçekten inandırıcı bir cumhuriyete dönüşebildi. Oturma Odası Cumhuriyeti, çocuğun bireysellik ihtiyacının vücut bulmuş hali ve Dört Numara orada değilse yeniden sadece sıradan bir oturma odasına dönüşür. Romanda dış mekân kullanmadım gibi bir şey. Asıl dünya evlerin, odaların, sınıfların içinde. İç mekânlar ve insanlar birbirine kaynamış, iç içe geçmiş olsun istedim.
Romandan mı devam edeceksiniz? Yoksa öyküler yazmak gibi bir düşünceniz var mı?
Şu anda öykü yazma denemeleri yapıyorum. Bu da yazma anlamında yabancısı olduğum bir kurmaca türü. Şimdilik deniyor ve biriktiriyorum. Öte yandan iki farklı roman konusu da zihnimde filizlenmeye başladı. Hangisi öne çıkacak ve Bize Ait Bir Yer’den sonra ne gelecek ben de bilmiyorum.











































Yorumlar