top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Bir gölgenin rüyasıdır insan

"Masanın etrafına dizildiklerinde, odanın içi sessizce başka bir şeye dönüştü. Gülüşlerin altına gizlenmiş eski sözler, tabakların kenarına tutunan suskunluklar, biriken, biriken, bir türlü dökülemeyen cümleler."


Muraz Arslan


Zerdan Hanım’ın evi, o akşam bir masalın içine çekilmiş gibiydi. Duvarlar evdeki curcunaya kulak kesilmiş, mutfaktan taşan yemek kokuları pencere pervazlarına tutunmuştu. Masa örtüsü tabakların ağırlığıyla uykusundan uyanıyordu. Mardal Hanım bir sağa bir sola savruluyor, elleri havada kanat çırpan bir kuş misali, evi toparlamaya çalışıyordu. Telefon cıvıl cıvıl ötüyor, eşyalar fısıldaşıyor, bardaklar titreyerek bekliyordu olacakları. Livas kapıda göründüğünde, elindeki çiçekler neredeyse yere düşecekti. Biraz çekingen, biraz aceleci, Zerdan’ın eline uzanıp geçti içeri. Ardından Rovan’la Taron geldiler; büyük bir kutuya saklanmış bir sürü heyecanla. Leyan, sokağın karanlığından kopup ağır ağır yürüdü kapıya; elinde bir pasta, pastanın üzerinde ışık arayan mumlar.

Masanın etrafına dizildiklerinde, odanın içi sessizce başka bir şeye dönüştü. Gülüşlerin altına gizlenmiş eski sözler, tabakların kenarına tutunan suskunluklar, biriken, biriken, bir türlü dökülemeyen cümleler… Herkesin içinde başka bir gece büyüyordu, herkesin elinde başka bir hikâyenin kırıntısı kalmıştı. Ve masa, tam ortasında, onları sabırla dinliyordu.

Zerdan, misafirlerine bir bir baktı. Bu yüzler, onun yaşamındaki farklı anlara dokunan hikâyeleri taşıyan yüzlerdi. Mardal Hanım, masadaki son bardağı yerleştirirken, mumlar pastanın üzerine yerleştirildi. O gece yalnızca bir doğum günü değildi; o gece, yılların yankısı olacak bir geceydi.

Bir anda, sesler birbirine karıştı:  "İyi ki doğdun, Anneanne!" diye bağırdı Rovan, en neşeli tonuyla.  "İyi ki doğdun, Zerdan Teyze!" dedi komşu Livas, biraz daha ölçülü.  "İyi ki doğdun, Yaya!" diye coşkuyla bağırdı Taron, sesi cıvıl cıvıldı.  "Anneciğim, iyi ki doğdun!" dedi Leyan, gözleri dolmuştu.  "Zerdan Hanım, iyi ki varsınız!" diye ekledi bakıcı Mardal Hanım, kendi oturduğu yerden hafifçe doğrularak.

Zerdan, mumların üzerindeki ışığa bir süre baktı ve sessizce gülümsedi. Herkesin ısrarı üzerine mumları üfledi ve pastayı kesti. İlk dilimi Mardal Hanım’a uzattı: “Bugün bu evi bir şölen yerine çevirdiğin için teşekkür ederim, Mardal,” dedi. Pastalar dağıtılırken odada neşeli bir kahkaha yükseldi. Sonra sessizlik. Sessizliği bozan Taron oldu:

“Yaya, seni rüyamda gördüm dün gece! Kafanda dev bir süzgeç vardı ve bu süzgeçten düşen pirinç taneleri karınca olup seni takip ediyordu. Sen de kahkahalarla onlara komut veriyordun, ‘Gidin, kraliçeye haber verin!’ diye bağırıyordun. Sonra o karıncalar çekirdek kabuklarını taşıyıp kendilerine ev yapıyordu. Her karınca bir iz açıyordu kabuklarda. Kraliçe geldiğinde, hepsi dizilmiş, bekliyordu”

“Taron, karıncalar... Üniversiteden mezun olduktan sonra ilk atandığım okul, şehir merkezindeydi ama mahallenin çocukları pek çok zorlukla mücadele ediyordu. Bir gün, küçük bir öğrencim sırasının üzerine dikkatlice dizdiği taşlarla meşguldü. Taşların her birinin üzerine ince çizgiler kazımıştı. Merakla sordum, "Bu taşlar nedir?" diye. Bana dedi ki: ‘Öğretmenim, bu taşlar bizim evimizin yıkıldığı yerden’. Annem bana dedi ki, ‘Bu taşlar, bir zamanlar bizim çatımızdı.’ Ben de onları saklıyorum. Çizgiler ise her gün buraya geldiğimde kaç gün geçtiğini işaret etmek için. O an anladım ki, bu taşlar yalnızca bir çocuğun oyunu değil, bir hatıranın somutlaşmış haliydi. Çocuk her çizikle yıkılan bir evi, kaybolan bir zamanı anlamlandırmaya çalışıyordu. O taşları sıralayışındaki özen, bir karıncanın sabırla yuvasını inşa etmesine benziyordu. Sanki yıkılmış bir dünyayı yeniden kurmaya çalışıyordu, sessiz ve sabırlı bir çabayla.”

Livas, bir süre sustuktan sonra ağır ağır konuştu:  

“Ben de geçen hafta rüyamda gördüm sizi, Zerdan Teyze. Bir uçakta pilot koltuğundaydınız. Ama uçak birden kayboldu, sadece siz vardınız havada. Koltuğunuzda oturuyordunuz ama altınızda ne uçak ne de bir kanat vardı. Ve siz hiç korkmuyordunuz. Aşağıda bir nehir vardı, ama o nehir ne mavi ne yeşildi; kan gibi akıyordu. Siz nehre bakıp sadece ‘Bu yolda yürümeyi öğrendim,’ dediniz.”

”Livas, uçak ve nehir... Gençliğimde sadece öğretmen değil, aynı zamanda çevirmenlik de yapıyordum. Bir gün, görevli olarak bir resmi kuruma gittim. Bana eskimiş ve neredeyse okunmaz hale gelmiş belgeler verdiler. Çalışmam sırasında fark ettim ki, bu belgeler sıradan evraklar değil, kaybolmuş insanların kayıtlarıydı. İsimler karalanmış, cümleler yarım kalmıştı. Rüyanda gördüğün nehir ise, kayıp hayatların izlerini taşıyordu. O gün çok korktum. Çünkü bir ismi yazmanın bile nasıl bir ağırlığı olduğunu ilk kez hissettim. Ama yine de yazdım. Çünkü bazen bir ismi geri çağırmak, bir sessizliğe meydan okumaktır. O uçak, benim zihnimde, o kayıp hayatların ulaşamadığı yerleri işaret eden bir semboldü. O nehir, suskunluğun derinliğiyle doluydu, ama isimler yazıldıkça biraz olsun anlam kazandı.”

Rovan de sessizliğini bozdu:  

“Anneanne, sen bir kütüphanedeydin rüyamda. Raflardan kitap çekiyordun, kitaplar yanıyordu. Her kitap yandığında garip bir şarkı çalıyordu. Şarkının sözlerini anlamadım ama sanki bana bir şey anlatmak istiyordu. Sen dönüp dedin ki: ‘Bu şarkıyı hatırlayan kalmadı, ama bu benim hikâyem.’ Şarkıyı unutamıyorum, hâlâ kulağımda.”

”Rovan, kitaplar ve şarkı... Bir gün, annemin eski sandığını karıştırırken küçük bir defter buldum. Sayfalarının arasına kurumuş bir çiçek bırakılmıştı. Defterin kenarına titrek bir el yazısıyla birkaç kelime karalanmıştı. Tularikçe bir ninniydi bu. Çocukken annem bana bu ninniyi söylerdi, ama büyüdükçe sözlerini ve melodisini unuttuğumu fark ettim. O defterdeki kelimeleri okumak, yalnızca bir hatırayı değil, geçmişin sessiz fısıltılarını da canlandırmak gibiydi. Rüyanda gördüğün yanan kitaplar, unutulmuş dillerin, hatıraların ve kimliklerin sessiz çığlığı. Ama o ninni, bu çığlıkların arasından sıyrılıp hayatta kalmayı başarmış bir anıydı. Ve o an anladım: Bazı şarkılar, yalnızca melodiden ibaret değildir; bir evin ve bir çocuğun kaybolmuşluğunu taşır.”

Zerdan’nin kızı Leyan sandalyesine yaslandı, gözleri masanın üzerindeki mumlarda gezindi:

“Anneciğim, benim rüyam çok gerçekçiydi. Bir tahtta oturuyordun. Başında taç yerine dikenlerden bir çelenk vardı. Elinde bir cep saati tutuyordun. Saati bana uzatıp ‘Bu zamanı geri sarabilir misin?’ diye sordun. Saati elime aldığımda saatten bir anda kan damlamaya başladı. Çok korktum, ama saati bırakmak da istemedim.””Leyan, cep saati ve kan... Saat babamındı. Alzid’deki köyümüzde bir gün, herkesin hayatını değiştiren olaylar yaşandı. Babam, ailesini ve evini terk etmek zorunda kaldığı o gün, büyükbabamın saatini yanına almış. Bana hediye ederken saatin camındaki çatlağı işaret ederek dedi ki: ‘Bu saat, zamanı geri saramaz. Ama her çatlak, bir hatırayı saklar. Hatıralar kaybolmaz, onları sadece taşımasını bilmek gerekir.’ “Babam, bu saati bana verirken sanki kendi yaşamını da emanet etmişti. O saatin içinde damlayan kan, yalnızca bir geçmişin acısını değil, aynı zamanda hayatta kalmanın ağır yükünü de taşıyordu. Babamın sesi hâlâ kulağımda: ‘O gün saat durdu, ama hatıralar işlemeye devam etti.’ “Bu saat, yalnızca bir zaman ölçeri değil, aynı zamanda bir yaşamın ve unutulmaması gerekenlerin sessiz bir tanığını temsil ediyordu.”

Bakıcı Mardal masanın sonunda, gözlerini Zerdan’a dikmişti. Sesi hafifçe titredi:  

“Ben de gördüm sizi, Zerdan Hanım. Çöldeydiniz. Bir duvar vardı. O duvarın önünde diz çöküyordunuz. Duvar taşlardan değil, insanların yüzlerinden yapılmıştı. Yüzlerin bazıları ağlıyordu. Siz ellerinizi kaldırıp dua etmeye başladınız. Her kelimenizle bir taş düştü, bir yüz özgürleşti.”

”Mardal, çöldeki duvar...Anneannem tehcir sırasında Namir çöllerine gönderilmişti. Anlattıklarına göre, bir gün, yürümekten ve açlıktan tükenmiş bir halde bir duvarın önünde durmuş. Ama bu duvar taşlardan yapılmamış. Her taşın yerine bir yüz varmış; kadınların, çocukların, erkeklerin yüzleri. Yüzler sessiz, ama sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyorlarmış. Anneannem, yıllar sonra, o duvarın aslında yorgunluğunun, susuzluğunun ve açlığının yarattığı bir hayal olduğunu söylerdi. ‘Ama o hayal, o kadar gerçekti ki,’ derdi, ‘o yüzlerdeki gözler hâlâ aklımda.’ Anneannem ellerini kaldırıp dua etmeye başlamış. Her kelimesiyle bir yüz kaybolmuş, bir taş düşmüş, sanki duvar kendiliğinden yıkılmaya başlamış. Duvarın ardında ise, köyüne geri dönmesini sağlayacak bir yol açılmış. ‘Dualarım taşları bile konuşturdu,’ derdi hep. Ama o duvarın düşmesiyle birlikte gördüğü her yüz, onunla birlikte yaşamaya devam etmiş. 

Herkesin gözü Zerdan Hanım’a döndü. Sessizlik içinde onu bekliyorlardı. O, elini masaya koyup ağır ağır ayağa kalktı. Gözlerinde bir şey vardı—zamana dokunan bir şey. Sesi, derin ve yankılıydı: 

“Rüyalarınızın aynısını ben de gördüm.” dedi. “Ama onlar sadece rüya değil, benim gerçeğim.” Zerdan sustuğunda herkes büyülenmiş gibiydi. O gece yalnızca bir doğum günü değil, bir tarih dinlenmişti. Her rüya, yalnızca bir hayal değil, bir gerçeğin yankısıydı. Ve Zerdan, onların yaşamlarına bir ayna olmuştu. Masadaki herkes, Zerdan’ın yalnızca bir insan değil, tarihin taşıyıcısı olduğunu anlamıştı.

Kahkahalar ve doğum günü şarkılarından geriye yalnızca şaşkın bir sessizlik kalmıştı. Zerdan’ın anlattıkları, yalnızca geçmişin değil, bu insanların bildiklerini düşündükleri hikâyelerin de sınırlarını yıkmıştı. O, sessizce sandalyesine geri oturdu. Masadaki mumların ışığı her yüzü farklı şekilde aydınlatıyordu.

Livas, gözlerini Zerdan’a dikti ve kelimelerini dikkatle seçerek konuştu:

"Zerdan Teyze... Meğer içinde ne hikâyeler saklıyormuşsun. Biz seni hep neşeli, güler yüzlü biri bilirdik. Bunca şey yaşamışsın da nasıl hep böyle güçlü kalabildin?” Bir an sustu, kendi merakını bastırmak ister gibi önüne baktı. “Ben olsam dayanamazdım herhalde. Ama sen... Hiç belli etmedin. Bunca yıl bunu kendine saklamak... İnsan nasıl başarır ki?”

Gözlerini tekrar Zerdan’a çevirdi. Onun sessizliğinin ardında ne kadar derin bir dünya olduğunu o gece ilk kez fark etmiş gibiydi.

Leyan, annesinin yüzüne bakarken boğazında bir düğüm hissetti. "Anne... Neden anlatmadın bize? Niye hep kendine sakladın? Kendi kendine soruyordu: “Acaba o sessizliği biz mi yarattık? Soramadık mı? Dinleyemedik mi?” Gözleri dolmuştu. Pastanın mum ışığında annesinin yüzü bambaşka görünüyordu. “Ben seni hep o huzurlu hâlinle bildim. Ama o huzur... Bu kadar yükün altından mı gelmiş?”

Rovan, sessizce masanın kenarında oturuyordu, bir yandan bardağı döndürüp bir yandan Zerdan’a bakıyordu.

"Anneanne... Hep tatlı anılar anlatırdın bize. Hep gülümserdin. Ama bunlar?” Bir an, anneannesini bu kadar yüzeysel bir şekilde tanıdığı için utandı. “Meğer hiç bilmediğimiz bir tarafın varmış. O ninniler... O hikâyeler... Bunlar senin içinde nasıl kaldı da hiç söylemedin?”

Mardal Hanım, sandalyesinde biraz doğruldu, yüzündeki şaşkınlık yerini bir anlayışa bıraktı.

"Zerdan Hanım" dedi. “Bunca şey yaşamış biri... Hep böyle ağırbaşlı, hep böyle sakin nasıl kalabildi?”

Taron, masanın üzerinde parmaklarını gezdiriyor, sanki hayali bir şey inşa ediyordu

"Yaya, sanki kitaplardan çıkmış bir kahramansın. Ama bu hikâyeler kitapta değil, sende saklıymış."

Zerdan’ın gözleri doldu, ama içinde bir huzur hissetti. Derin bir nefes aldı ve yavaşça konuştu:

"Hikâyeler hep vardı. Ama paylaşacak zamanı ve yeri bulamamıştım. Bazen bir insanın taşıdığı yük görünür olur, bazen görünmez. Benimkiler görünmezdi. Ama artık paylaştım. Ve şimdi biraz daha hafifim."

Zerdan sustuğunda herkes bir süre onun gözlerine baktı. O an herkes fark etti ki Zerdan Hanım’ın yaşamı, onların rüyalarında bir yankı bulmuştu. Ve her rüya, onun hayatının saklı bir parçasını taşımıştı. Şimdi, o saklı parçalar birleşiyor ve herkes kendi hikâyesinin bir düğümünü çözüyordu. Zerdan Hanım yalnızca bir kadın değil, yaşamın ve rüyanın kesiştiği bir haritaydı. Ve o haritada herkes bir yolcuydu.

Comments


bottom of page