top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Gecenin Bakışları

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 3 gün önce
  • 8 dakikada okunur

"Puslu bir gecenin karanlığına bakan yaşlı adam ise yaklaşık bir saat önce uyanmış; kafasında dönüp duran ve yeniden uyumasına bir türlü izin vermeyen düşüncelerini bir saniye olsun susturabilmek için yatak odasından salona gelmişti."


Bülent Yüney


Bir

İlk kez göz göze geldiklerinde biri uzun ve yorucu bir seyahatin sonunda, isli sokak lambalarıyla aydınlanan, Arnavut kaldırımlı taş bir sokaktaki boyası solmuş bir apartmanın yağmur oluğuna tünemiş, etrafına ürkek bakışlarla bakarak kanatlarını yağmurdan korumaya çalışıyordu. Diğeri ise geçen yetmiş dört yılın biriktirdiği anıların cenderesi altında sıkışmış bir uykudan, gecenin bir yarısı uyanmış, evinin salonundaki pencereden puslu bir gecenin karanlığına bakıyordu. 

Yağmur oluğunun altına tünemiş, güneşin doğuşunu bekleyen o ürkek bakış, Rusya’nın Novorossiysk Limanından kalkıp İtalya’ya gitmekte olan bir kuru yük gemisinin konteynırları arasında, gemi çalışanları tarafından bir kanadı kırılmış bir halde tesadüfen bulunmuştu. Kırılan kanadı tedavi edilip iyileşene kadar gemide misafir edilmiş, gemi uzun bir yolculuktan sonra Karadeniz’den çıkıp, Marmara Denizi'nin sularına girerken ancak tedavisi bitince, gemi kaptanının kanadına kondurduğu bir öpücükle bu eski ve tarihi Şehr-i İstanbul’un semalarına bırakılmıştı.

Puslu bir gecenin karanlığına bakan yaşlı adam ise yaklaşık bir saat önce uyanmış; kafasında dönüp duran ve yeniden uyumasına bir türlü izin vermeyen düşüncelerini bir saniye olsun susturabilmek için yatak odasından salona gelmişti. Bir süre salondaki kitaplığın önündeki yeşil renkli okuma koltuğunda oturmuş daha sonra koltuğunun arkasındaki okuma lambasını yakıp kitaplıktan aldığı bir kitabı okumaya başlamıştı.

Elindeki kitabı okudukça yıllardır yüreğini yoran düşüncelerin arasında daha da fazla sıkışıp kaldığını fark etti. Geçmişin düşünceleri altında yorulmamak ve biraz da bulunduğu ana geri dönmesine yardımcı olsun diye elindeki kitabı koltuğunun yanındaki sehpaya bırakıp pencerenin önüne geldi. Pencereden dışarıya bakmadan önce başını hafifçe arkaya çevirip kitaplığının üstündeki masa saatine baktı. Sıfır dört on yedi. Yaşlı adam saate bakmış fakat saatin kaç olduğunun idrakine varamadan yüzünü anlamsızca pencereye çevirmişti. İşte tam da o an, uzun zamandan beri rüyasında gördüğü ve her gördüğünde içindeki eski bir koru alevlendiren o tanıdık bakış, o hüzünlü, o özlem dolu bakış şimdi karşı apartmanın çatısının yağmur oluğuna tünemiş öylece kendisine bakıyordu.


İki

Yetmiş dört yaşındaydı. Üzerinde yorucu ama yorucu olduğu kadar güzel bir hayatın yetmiş dört yılını taşıyordu. Cemal Bey çok uzun süredir geceleri uyuyamıyor, uyuyabildiği ender gecelerde ise kâbuslar içinde uyanıyordu. Uyandıktan sonra yeniden uykuya dalabilmek için ne kadar yataktan kalkmamaya dirense de yüreğine yıllar önce çöreklenen pişmanlığı onu yataktan çıkartmayı başarıyordu. Yine aynısı olmuştu. Fakat bu kez geçmişin anıları altında ezilmemek ve her hatırladığında yüreğini sızlatan o özlem dolu gözleri bir an olsun unutmak için bir süre yatak odasının camına vuran yağmur damlalarının sesini dinledi.

Cemal bey yıllardır asla unutamadığı o gözleri ilk kez Londra’da görmüştü. 1963 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nden mezun olduktan bir yıl sonra bir hocasının desteğiyle Londra’ya Mimarlık Yüksek Lisansı için gittiğinde tanışmıştı Katya’nın gözleriyle.

Katya Aleksandrovna. Londra’da Cemal’in gittiği üniversitede mimarlık okuyordu. Katya ile tanışmaları Cemal’in Rus edebiyatına olan merakı sayesinde olmuştu. Cemal o gün, yani 1964 yılının Haziran ayında, üniversitenin bahçesindeki bir kafeteryada, üniversitenin kütüphanesinden aldığı Tolstoy’un Diriliş adlı romanını İngilizce çevirisinden okuyordu.

Bir an için başını kitaptan kaldırdığında tam karşısındaki masadan bir genç kızın kendisine baktığını gördü. Genç kız, Cemal’in gözlerine gülümseyen bakışlarla bakarak “Voskreseniye” dedi. Cemal, kızın ne demek istediğini anlamadığını bakışlarıyla ifade etmeye çalıştıysa da genç kız ayağa kalkıp Cemal’in yanına geldi; eliyle Cemal’in okuduğu kitabı işaret ederek tekrar “Voskreseniye” dedi. Sonra çok rahat bir tavırla masadaki diğer sandalyeyi çekip Cemal’in karşısına oturdu.

Genç kız, Rus aksanı açıkça belli olan İngilizcesiyle “Voskreseniye” nin romanın orijinal adı olduğunu, Tolstoy’un bu romanını çok sevdiğini, birçok kez okuduğunu söyledi. Sonra uzun uzun Diriliş’in aşıkları Nehludov ve Katyuşa’dan, Katyuşa’nın Nehludov’u ne kadar çok sevdiğinden, Tolstoy’un büyüklüğünden, yazarın diğer kitaplarından bahsetti.

Genç kız, Cemal’in tek kelime bile etmesine izin vermeden heyecanlı bir şekilde konuşuyordu. Cemal ise karşısında çocuksu bir heyecan ve etkileyici bir gülümsemeyle konuşan kızın deniz mavisi gözlerinden bakışlarını alamıyordu. Nihayet Cemal’in anlamsız ama mutlu olduğu kesin olan bir yüz ifadesiyle kendisine baktığını fark edince (ki bunu daha sonra Cemal’e kendisi söylemişti) sustu ve elini uzatarak “Özür dilerim kendimi tanıtmadım Katya ben, Katya Aleksandrovna,” dedi. 

Cemal, yüzüne saçma bir mutluluk ifadesi veren gülümsemesini işte o an fark etti. Utanarak gözlerini o uçsuz bucaksız denizin mavisinden çekmeyi başardıktan sonra kendisine uzatılan eli avcunun içine alıp “Yo, rica ederim çok güzel konuşuyorsunuz. Şey, yani… Tanıştığımıza memnun oldum, Cemal ben,” diyebildi. “Cemal? Değişik bir isim, nerelisiniz?”, “Türk’üm ben,” dedi Cemal. “İstanbul’dan geldim.” Katya, Türk kelimesini duyunca gözleri mutlulukla büyüdü. “İnsanların kanatları yok, insanların kanatları yüreklerinde,” dedi. Cemal’in kendisine boş gözlerle baktığını görünce “Nazım Hikmet’i tanımadığınızı söylemeyeceksiniz herhalde,” dedi. Cemal Londra’da Nazım Hikmet ismini duyduğuna mı yoksa az önce tanıştığı bu genç kızın kendisini bu kadar etkilediğine mi şaşıracağını bilemeden “Hayır, tabii ki tanıyorum ama bu şiirini ilk defa duydum,” dedi heyecanla.

(Sevgili okuyucu, Katya’nın Cemal’e okuduğu mısra, Nazım Hikmet’in “Dört Güvercin” adlı şiirden bir alıntıdır. Cemal’in bu şiiri bilmesi o sırada imkânsızdı çünkü Nazım’ın bu şiiri yıllar sonra arşivlerde bulunacak ve Nazım severlere ulaşacaktı. Bu şiiri ise o sırada Katya’nın nereden bildiğini inanın ben de bilmiyorum.)

Cemal ve Katya’nın iki büyük usta, Tolstoy ve Nazım sayesinde ülkelerinden uzakta, Londra’da bir üniversite kafeteryasında tanışmaları işte böyle olmuştu. Biraz romantik, çokça edebi. Bu ilk tanışmadan sonra hemen hemen her gün görüştüler. Birbirlerine vakit ayırdıkça farklı ülkelerin kültürlerinde yetişmiş olmalarına rağmen birbirlerine ne kadar benzediklerini fark ettiler. Bu benzerlikleri kısa sürede kendilerine olan ilgilerini büyüttü ve nihayet aşk gelip ikisinin de yüreğini birbirine bağladı. Mutluydular. Ülkelerinden uzakta büyük bir aşkı yaşadıklarını düşünüyorlardı.

Her şey o kadar huzurlu ve hızlıydı ki birkaç ay sonra gelecek için hayaller kurmaya başlamışlardı bile; İstanbul’da mı yoksa Moskova’da mı yaşayacaklarını bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey artık beraber yaşlanmak istedikleriydi.

Katya, eğitimini bir yıl sonra Ağustos ayında bitirecek ve Moskova’ya dönecekti. Cemal’in ise Katya’dan iki ay önce yani 1965 yılının Haziran ayında İstanbul’a dönmesi gerekiyordu. Cemal Türkiye’ye döner dönmez ailesine Katya’dan bahsetmek, bir yıl boyunca Katya ile yaşadıklarını ve onu ne kadar çok sevdiğini annesine ve babasına anlatmak istiyordu. Sonrası kolaydı. İstanbul’da mı yoksa Moskova’da mı yaşayacaklarını henüz bilmiyordu, zaten bunun pek de bir önemi yoktu çünkü artık deniz mavisi gözlerin olmadığı bir hayatı istemiyordu.

Sayılı gün çabuk geçer derler ya yine dedikleri gibi olmuştu. 1965’in Haziran ayı geldiğinde birbirlerini çok seven bu iki yürek en kısa zamanda tekrar görüşmeye söz vererek gözyaşları içinde ayrıldılar. Cemal İstanbul’a ailesinin yanına döndü. Ve döner dönmez önce annesine ve sonra babasına Katya’dan bahsetti. Önceleri ailesi oğullarının Katya ile olan ilişkisini ılımlı karşılamış olmalarına rağmen sonraları Cemal ne zaman Katya’dan bahsetse henüz askerliğini yapmadığını, evliliğin kolay bir şey olmadığını hele yabancı biriyle evliliğin çok daha zor olacağını bu yüzden önce kariyerine odaklanması gerektiğini söylüyorlardı. Ve bir akşam Cemal’in babası Katya ile ilgili kesin kararını çok sert ve net olarak söyledi; “Rus bir kızı ailemize gelin olarak getiremezsin.”

Cemal babasına tek bir cevap bile veremediği o akşam için yıllarca pişmanlık duydu. Fakat babasına veremediği cevabı bir şekilde Katya’ya vermesi gerektiğini de biliyordu ama ailesinin bu tepkisini Katya’ya nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. İçindeki Katya sevgisine bir son verebilirse bu durumu Katya’ya anlatabilmenin daha kolay olacağını düşünüyordu fakat o sıralar kendisini Katya’ya bağlayan şeyin yani içindeki Katya özleminin ve Moskova’dan gelen mektupların ardı arkası kesilmiyordu. Mektuplaşmaları aylarca devam etti.

Londra’dan döndüğünden beri beş ay geçmişti. Bir ay sonra askere gidecekti. Katya’yı hala çok seviyordu fakat ailesini karşısına almaya bir türlü cesaret edemiyordu. Nihayet Cemal askere gitmeden bir hafta önce cesaretini toplayıp Katya’ya son bir mektup yazdı. Cemal bu mektubu yüreğini eline alıp yazdı. Cemal, ona askere gideceğini yazdı. Cemal, Katya’sına uzun süre mektup yazamayacağını yazdı. Cemal, onu çok sevdiğini ama bu ilişki için artık bir şey yapamadığını yazdı. Cemal son olarak dost kalmanın belki de her ikisi için en iyi şey olacağını yazdı. Yıllar sonra “Dost” kelimesini ne de kolay yazdığını düşünecek ve kendisini hiçbir zaman affetmeyecekti.

Katya’sına gönderdiği o son mektubun üzerinden önce haftalar sonra aylar sonra yıllar ve yıllar geçti. Bu süre içinde askerliğini tamamladı, işe girdi çalıştı, çalıştı, durmadan çalıştı. Aşkı ise annesinin bulduğu bir kızla görücü usulü evlenince yaşadı. Mutlu da oldu; sevdi de… Çocukları oldu sonra; sonra torunları, onları da sevdi hem de çok sevdi. Katya’ya olan sevgisi ise yüreğinin en karanlık yerinde sessizce hep onunla kaldı. Katya’dan kimseye bahsetmedi, ne karısına ne çocuklarına ne de dostlarına. Evlendikten yıllar sonra bir gün onu çok merak etti. Acaba kendisini unutmuş muydu? Yoksa o da hala? İşte bundan çok korkuyordu. “Yok canım, bunca yıl geçtikten sonra neden hala beni hatırlasın ki; hem de onu öylece bırakıp giden bir adamı” diyor “Belki o da evlenmiştir; Londra’yı da çoktan unutmuştur, belki de çok mutludur hem de çok mutlu” diyerek yıllarca vicdanını böyle rahatlatmaya çalışmıştı.


Üç

Cemal bey uyandıktan sonra odasının penceresinden her gök gürültüsünden önce odasına dolan aydınlığın içinde, yıllardır rüyasına gelen o bakışları, Katya’nın deniz mavisi gözlerini tekrar tekrar görmeye daha fazla dayanamadı. Yataktan kalkıp salona geldi. Kitaplığının hemen yanındaki yeşil renkli okuma koltuğuna oturdu. Geceleri uyandığında tekrar uykusu gelsin diye kitap okumaya alışkın olan Cemal Bey bir süre sonra koltuğun arkasından bir yay çizerek sarkan okuma lambasını açtı; kitaplığından bir kitap aldı. Tekrar koltuğuna oturmadan önce kitaplığın üzerindeki masa saatine baktı. Sıfır üç yirmi dört.

Koltuğuna oturduğunda elindeki kitabı kaç kez okuduğunu düşündü. 

“Küçük bir yerde birkaç yüz bini bir araya gelmiş insanlar, üzerinde toplandıkları toprağı ne kadar bozmaya çalışmış, hiçbir şey yetişmesin diye taşlarla doldurmuş, taşların arasından uç veren otları yolmuş, ortalığı kömür ve petrol dumanına boğmuş, ağaçların orasını burasını kesmiş, tüm hayvanları ve kuşları kaçırmış olsalar da bahar, kentte bile yine bahardı,” diye başlayan romanın daha önce altını çizdiği yerleri daha dikkatli okuyarak bir süre sonra romanın içinde kayboldu.

Bir saat kadar sonra sokaktan gelen köpek havlamaları düşüncelerini romanın sayfalarından evinin salonuna getirdi. Okuma gözlüğünü, Nehludov’u ve Katyuşa’yı sehpaya bıraktıktan sonra koltuğundan kalkıp pencerenin yanına gitti. Yağmur, koca bir şehrin üzerine yağmaya devam ediyordu. Her yağmur ona hala Londra’yı ve Katya’yı hatırlatıyordu. Onu çok özlüyor, onun sevgisine haksızlık yaptığı için yıllardır içindeki vicdan azabını bitiremiyordu. Londra’dan ayrılırken uçağa binmeden önceki onun o son bakışını, o hüzünlü, o özlem dolu bakışı hiçbir zaman unutmadı. O bakış yıllarca günahkâr bir vicdan azabı gibi hep kendisini izledi. Ve bir de her hatırladığında içini acıtan askere gitmeden önce Katya’dan gelen o son mektup; geçen elli yılda o mektuptan tek hatırladığı mektubun son bölümüydü.

“Sevgilim son olarak şunu bilmeni isterim ki bana gönderdiğin son mektubunda sevgimizin bitmesi gerektiğini yazmışsın, bunu anlamak istemiyorum. Lütfen seni nasıl unutacağımı, içimdeki bu sevgiyi nasıl bitirmem gerektiğini de anlat bana. Biliyor musun neye karar verdim; hani hatırlıyor musun? Londra’da sana güvercinlerimden bahsetmiştim. Burada, Moskova’da, evimizin arka bahçesinde beslediğim güvercinlerimden. 'Seni üzmek istemiyorum lütfen beni unut' dediğin o son mektubun bana geldiği günden bir gün sonra her ay güvercinlerimden birinin kanadına bir öpücük kondurup onları sana göndermeye karar verdim. Umarım güvercinlerim özgür kaldıkça sana olan sevgimi unutabilirim. Hoşça kal Sevgilim. Ve unutma; 'İnsanların kanatları yok / insanların kanatları yüreklerinde.'

Cemal Bey kafasının içinde bıkmadan usanmadan dönüp duran bu düşüncelerden yorulmuştu. Pencereden dışarıya baktığında aklındaki düşüncelerin kaybolacağına inanıyordu. Pencereden dışarıya bakmadan önce başını arkaya çevirdi. Kitaplığının üstündeki masa saatine baktı. Sıfır dört on yedi. Saatin kaç olduğunun idrakine varamadan yüzünü yeniden pencereye çevirdi işte tam da o anda karşı apartmanın yağmur oluğunun üzerine tünemiş güvercinin gözlerinde, yıllardır sadece rüyalarında görebildiği o özlem dolu bakışı gördü. Cemal bey o an ilk defa ölüme ne kadar yakın olduğunu hissetti. Gözlerini o bakışlardan çekmeden sadece “Al beni, özledim,” diyebildi. Gecenin bakışları bir çift kanat olup karşı apartmanın yağmur oluğunun üzerinden havalanırken Cemal Bey içinin çekildiğini hissederek yere düştü. 


Dört

Bir hafta sonra…

Rusya’nın Novorossiysk Limanı'ndan kalkan kuru yük gemisi, İtalya’nın Ancona Limanı'nda yükünü boşaltmış çok güzel bir Temmuz gecesinde, masmavi Akdeniz üzerinde rotasını Rusya’ya çevirmiş ilerliyordu. Gemi kaptanı Aleksey her gece olduğu gibi günlüğünü yazıyordu.

“Canım Teyzem. Benim güzel Katyacığım. Öldüğünü bugün öğrendim. Cenazende olamadığım için beni affet. Eve döner dönmez seni ziyaret edeceğim ve mezarının başında ben küçükken bana yaptırdığın gibi bir güvercini kanadında öpücüklerle serbest bırakacağım. Sevgili Katya Aleksandrovna biliyorum ki o öpücükler güvercinlerin kanatlarında cennetteki evine kadar gelecekler.”

Comments


bottom of page