top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Gözü gibi bakılası

"Kim bilir kime diyor? Bana demediği kesin. Bu sefer kutudan her kim çıktıysa ona diyor muhakkak."

Ece Eken

“Kaldır onu gözüm görmesin.”

Bir kez daha kapanmıştı kutunu kapağı. İçeri girdiğimde salonun orta yerinde duruyordu. İçindekiler önce etrafa saçılmış sonra içine tıkılmış, sığdırılamamış. Sinirlenmiş epey. Kapağı bir köşeye fırlatmış. Şimdi elinde sigarası, minderine biçim verdiği tekli koltukta, gözleri salona ilk giren olduğum için kutunun açılışından sorumlu tuttuğu benim üzerimde. 

“Olur, kaldırırım.”

Kapağı fırlatıldığı köşeden alıyorum. Eğilip bükülmüş. Düzeltmeye çalışıyorum. Faydasız. Kenarları açılmış, kutuyu kapaması mümkün olmayacak. Oturuyorum yere, kutunun içindekileri birer birer çıkarmaya başlıyorum.

“Lan, topla dedim topla.”

Ayaklanıyor. Elinde sigarası, külleri etrafa saçıyor. İki adım yaklaşıyor. Ayağa kalkıyorum. Gözlerini gözlerime dikiyor. Etrafı siyaha yakın mor halkalarla çevrelenmiş, uykusuzluk ve susuzluk, derin yarıklarla morlukları gün batımında kurak bir araziye dönüştürmüş. Ağzı kokuyor. Yıllardır dilinde damağında üst üste binen anason ve sigara, eşi benzeri görülmemiş bir başka koku olarak genzime doluyor, gözlerimi yakıyor. Bir hacmi, bir dokusu var kokunun. Dudaklarını her araladığında o cisim gelip sanki yüzüme çarpıyor. Yetmezmiş gibi tükürükleriyle ıslanıyor göz kapaklarım. İğreniyorum. Neden çaktırmamaya çalışıyorum?

“Kime diyorum lan?”

Kim bilir kime diyor? Bana demediği kesin. Bu sefer kutudan her kim çıktıysa ona diyor muhakkak.

“Kime diyorsun?”

İki eliyle yakama yapışıyor. Kokusu bileklerinden güçlü. Bir adım uzaklaşıyorum.

“Korktun ha? Köpek…”

Köpek. Bu köpek kim biliyorum. Kutudan kim olarak çıkmışım çözüyorum. Geriye attığım adımımı hızlıca öne savuruyorum.

“Hav.”

Afallıyor. Geriliyor.

“Hoşt.”

Koltuğu çökerttiği yere yerleştiriyor tekrar o kuru kıçını. Ben yine yere oturuyorum. Kutuyu ters çeviriyorum. İçinde ne var ne yoksa dökülüyor. Defterler, sararmış biletler, kartpostallar, mektuplar. Küçük bir bez çantanın içinde dişler, ötekinde bir tutam saç. Küçük bir kavanozun içinde bir mermi kovanı. Bir kol düğmesi, bir yaka iğnesi. Bir kitap. Kitabın içinde kurutulmuş bir çiçek. Bakışları penceresinde, yercesine içtiği sigarası parmaklarının sarısıyla iç içe geçiyor. Çiçeği kenara koyuyorum, kalanını güzelce yerleştiriyorum kutuya. Kapağını kapayamıyorum da konduruyorum üzerine. Kaldırıyorum kutuyu orta yerden, kenara koyuyorum. Bir çiçek kalıyor açıkta. Kalkıyorum ayağa.

“Nereden çıktı kız bu çiçek?”

Telaşla söndürüyor sigarasını, elleriyle dumanı dağıtıyor.

“Valla bilmem abi.”

İkiye bölecek gibi tutuyorum çiçeği bir başından bir dalından. Ayağa fırlayıveriyor.

“Aman abi, yazıktır.”

Yanıma geliyor, çiçeği elimden nazikçe alıyor.

“Ver, ben onu bir suya koyayım.”

Alıyor çiçeği. Mutfağa giderken yıllar öncesinden bir hikâyeye kaldığı yerden devam ediyor.

“Hay Allah, nereden de gelmiş ki bu çiçek? Pek de güzelmiş. Yazık olur şimdi ne diye kıralım. Bakarım ben buna. Gözüm gibi bakarım.”

Yorumlar


bottom of page