top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yolda

Yüzümdeki damlalar akmak için beni beklemiyor. Bu kemer neden böyle gergin? Hem kemer dediğin cezalandırmak için vardır. Ne zamandan beri korumaya başladı? Bu ne ikiyüzlülük böyle...

Semra Sağ


Gidiyoruz. Dışarı çıkmayalı uzun zaman oldu. Bir anlık hevesle tamam deyiverdim. Ama koltuğa oturup kapılar kapanınca nabzım yükseliyor. Hayır diyorum hayır olmaz. Olur diyor bir ses. Yaparsın, olur, artık yola hazırsın… Dikiz aynasına asılı mavi boncuk sallanıyor. Kılıfının lifleri kenarından dağılmaya başlayan direksiyon kıvrılıyor. Direksiyonu tutan eller lekeli, buruşuk. Muavin koltuğunda otururken, beni sıkan emniyet kemerine alışmaya çalışıyorum. Yapamıyorum. Dikiz aynasına asılı mavi boncuk bir o tarafa sallanıyor, bir bu tarafa. Dışarıda çisenti başlıyor. Pencereyi açıp elimle yan aynayı düzeltiyorum. İlahi bir niyet gibi elime düşen damlaları hissediyorum. Başımı uzatıp etrafa bakıyorum. Yolun bir tarafı dağ, bir tarafı dere. Akıntıya kapılan derenin kendisiymiş gibi, uğultusu yağmuru bastırıyor. Dere yatağı taşlarla dolu. Taşa çarpan suyun yankısı büyüdükçe büyüyor. İleride suyun orta yerinde bir yalnız ağaç görüyorum. Dalları, gövdesi yosun tutmuş. Boynu bükük, dalları suya uzanan mutsuz ağaç. Dağın yola akan kısmına bakıyorum. Koca koca taşlar da yosun tutmuş. Yağmur hızlandıkça sular yükseliyor. Pencereyi kapatıyorum.


Emniyet kemeri sıktıkça derin derin nefes alıyorum. Yüzümdeki damlalar akmak için beni beklemiyor. Bu kemer neden böyle gergin? Hem kemer dediğin cezalandırmak için vardır. Ne zamandan beri korumaya başladı? Bu ne ikiyüzlülük böyle… Onu yapan eller de ceza aldı mı? Onun için mi bu kadar sıkıyor? Para cezası mı, işten kovulmak mı? Muhakkak buna benzer bir şey… Bu kemer cezalı ellerden çıkmış olmalı. Direksiyona gözüm takılıyor. Onu tutan el yoruldum artık diyor. Dünya dönmeye başladığından beridir bu direksiyonu çeviriyorum, yorgunum diyor. Zor tutuyorum kendimi. Besbelli direksiyon da yorgun. Sabah akşam şehirlerarası gidip gelmekten, hafta sonları okul servisi olmaktan yorulmuş. Dur durak bilmeden, dönüp dolaşıp aynı yere varmaktan bunalmış. Ama en çok yaşlı bir elden direktif almaktan yorgun. Gözüm direksiyon simidinde. Derisinde el izleri, liflerin kenarlarından dağılmaya başladığını görüyorum. Direksiyon içten içe özgür olma hayalleri kuruyor. Belki karada değil havada olmak istiyor. Belki bir uçakta, otomatik pilotta gitmek mesela. Hem kimseden emir alma derdi yok, hem bulutların arasından süzülür gidersin. Özgürlük göklerde diye boşa söylememişler.


Çisenti iri damlalara döndü. Silecekler yağmurun hızına yetişmeye çalışırken hava kararıyor. Arkaya bakıyorum. Sessiz ve karanlık. Baş üstü bölümüne sıkıştırılmış eşyaları görüyorum. En önde aşağı sarkmış siyah ceket kolu. Havada sallanıyor. Şoför koltuğunun üzerindeki filede kravat iğneleri, siyah beyaz fotoğraflar. Sileceklerin hızı koltuklara yayılırken sesi de bir köşeye uzanıyor sanki. İçimde bir kara bulut dalgalanıyor. Neden üşüyorum? Sanki dışarısı sıcak, içerisi soğuk. Neden titriyorum? Karanlıktan olabilir mi? Bilmiyorum. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Bilmiyordum. Ne sabahın kör soğuğunda ne de akşam karanlığında beni yatağımdan kaldıran elleri. Tanımıyordum. Karanlıktı. O eller beni başka bir karanlığa atarken bekle dediler. Bekledim. Taş duvarların arasında, soğukta, karanlıkta bekledim. Ne kadar zaman geçti bilemedim. Buz gibi su ile gözümü açtılar. Sırtımda, kollarımda, bacaklarımda el izleri. Tekrar soğuk su. Üşüyorum, gitmek istiyorum diye mırıldandım. Bırakmadılar. Siyah takım elbiseler, parlak siyah ayakkabılar dolandı etrafımda. Ellerinde kemer olan adamlar. Titrek bir ışığın altında zalim, sabırsız kara kıllı eller hareketlendi. Sırtımda, kollarımda, bacaklarımda taşlar. Bu kez sesler duyuyordum. Suyun sesi sürekli taşa çarpıyordu. Ben hiçbir şey bilmiyorum. El etek öpmedim diye mi oluyor bunlar demek istedim. Sesim çıkmadı. Gözlerimden dökülen yaşlar karanlık sulara karıştı. Sular titredi. Ben titredim. Titriyorum. Hala… Gözüm mavi boncukta. O da titriyor. Yağmur damlaları araba hareket ettikçe titriyor. Titredikçe aşağı süzülüyor. Cama yeni damlalar vurmaya devam ediyor. Vurmayın yeter dedim. Dedim demesine de duyulmadı. Sesim havada asılı kaldı. Titremelerim yangına, sesim küle döndü. Taşlarda asılı kalan izlerimle vedalaşamadım. Dişlerim, ağzım, burnum soğuktan kaskatı kesildi. Gözlerimde alevler ve sular titredi…


Direksiyonu tutan elin alnıma doğru uzandığını fark edip geri çekiliyorum. Ne yapıyorsun? Bu kadarı da fazla artık. Havada kalan el tekrar direksiyona geçiyor. Neyin var diyor. Betin benzin atmış. Yok bir şey diyorum. El uzatmak şimdi mi aklına geldi? Geçer. Şu muavin koltuğunda değil de, direksiyonun başında olmak isterdim deyip konuyu değiştiriyorum. Salonlarda, toplantılarda papyonlu smokinli olacağıma buzullarda bir başına bir penguen mesela. Temiz havayı içime çekmek, soğuk denizlere dalmak. Şu dereye atlayıp buradan yola çıkmak isterdim. Yelkenimi şu kemerle sıkıp uzak denizlere açılmak. Şelalelerden geçmek, kılcal damarların nasıl çağlayanlara dönüştüğüne şahitlik etmek. Dağların arasında kıvrılmak. Köprü altlarından, ağaçların arasından geçmek. Renk renk çiçekleri, kaygan taşları, tellerle gerilmiş kayalıkları, binaları, ıslak duvarları geçip denizlere açılmak. Senin yolun yol değil diyor direksiyonu tutan el. Gülüyor halime. Sonra diyor ya sonra? Elden ayaktan düşünce ne olacak? Üstelik ne yürüdüğün yolu bilirsin ne yol yordam bilirsin… Camdan dışarıya bakıyorum. Yağmur fırtınaya dönmek üzere. Yine de bilmek istiyorum. Ne zaman açılmalı okyanuslara… Kara bir bulut geçiyor gökyüzünden. Derin bir nefes alıyorum. Ne zaman olacak, hayır demeyi öğrendiğin zaman. Bedeninin hayır dediklerine bir bak. Soğuk, taş duvarlar, taştan soğuk yatak, yaşamak için eşikte beklediğin zamanlar… Dikiz aynasına bakınca dişlerimi sıktığımı görüyorum. Soğuktan sıkıyormuşum… Ta o zamanlardan ya, neyse ne… Nerede benim sevdiğim diyorum. Bana yuva olacak kadın nerede? Kalbimin büyük yangını. Siyahlı kadın. Gece bakışlı kadın. Karabatak. Ne zamandır ses yok. Derken bir ses. Bir dalgacı martı camı tıklatıyor. Yağmur hızlandıkça hızlanıyor. Martı gitmiyor, kara bulutların arkasından gökkuşağı çıkana kadar bekliyor. Karabatak beklemiyor. Kayboluyor karanlıkta… Neden diye soramıyorum. Boğazımda yangın. Yangın sönünce gelir mi? Martı camı tekrar tıklatıyor. Bütün hüzünler gülümsüyor o an. Zoraki değil hakiki.


Camı açıp temiz havayı içime çekiyorum. Yağmur sonrası toprak kokusu sarıyor her yeri. Yeni başlangıçlar gibi. Bir bahar akşamı. Sahilden gelen hafif bir rüzgar açık pencereden girip tül perdeleri havalandırıyor. Gökyüzünde bir uçurtma dalgalanıyor. Bahçeye asılmış çamaşırlar dalgalanıyor. Üzerine bastığım çimenlerin hışırtısını dinliyorum. Kapıya asılan rüzgar gülü dönüyor. Çok uzaktan gelen ve ağır ağır yanaşan geminin yorgun sesi duyuluyor. Ama en çok camdan cama fısıldaşmalar. Mahallenin bekçisi kadınlar ve erkekler. Kemiklerden düğümler. Beni görünce sıkılan ağızlar burunlar dişler… Hepsinin önünden sessizce geçiyorum. Derken açık pencereden atılan mektupları görüyorum. Ona yazdıklarım… Bize yazdıklarım…Birlikte kurduğumuz hayaller, yaşayacağımız şehirler, tatiller, düşler, duygular… Hepsi açık bir pencereden ortalığa saçılıyor. Anlamıyorum…Rüzgarda uçuşan saçlara mektuplar karışıyor. Fısıltılar artıyor. Karabatak kayboluyor. Kalbimde bir sancı başlıyor. Bir gitme sesi geliyor kulağıma. Hızlanan adımlar. Mektuplar uçuyor, ben koşuyorum. Adımlar hızlanıyor. Havada uçuşan bir mendil konuyor sol omzuma. Hareket eden gemiye çığlığım karışıyor. Kalbimin sancısı yangına dönüyor. Uzaktan bana sallanan bir el görüyorum. Yetişemiyorum… O kayboluyor. Kalbimin sancısı gözyaşına dönüyor. Dön diyor dön artık… Yol bitti, buraya kadar işte. Hala bu ne gerginlik? Adam sen de… Hangi kadın kalır uzun süre bu adamın dizi dibinde. Hani senin yaratıcılığın, yazarlığın? Hani kelimeleri yan yana dizmekte mahirsin ya, hani diyorum biraz da söylesen. Bağırsan çağırsan biraz. Yanına alsan artık. Ayrı ayrı yollarda ömrümüz geçiyor desen. Gel artık aynı yolda yürüyelim desen. Konuşsan azıcık şöyle. Bakma şimdi anlamaz gibi. Tabi ya konuşmaya gelince dımdızlak kalıyorsun ortada. Olur olmaz sövüyorsun sonra. Yalnız ve yorgun. Derken inceden bir gülümseme. Sebepsizce umut ve fark ediş. Anlık bir his… Biliyorum gelecek. Bırakmaz o beni, gelir. Yeter ki o gelsin. Gelsin de dünyada dile gelmeyen kelimelerin topuna kibrit suyu gönderirim gene.


Temiz havayla ciğerlerimi doldurup koltuğa ilk defa oturur gibi yerleşiyorum bu kez. Dikiz aynasındaki mavi boncuk bir başka sallanıyor. Şans diler gibi sanki. Gidiyoruz.


bottom of page