top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Senin hayatın film, Margarita!


Film anlatan bir kız, henüz on üç yaşında; on dördünde usta! 1950’lerin Şili’sinde bir ‘pampa’ kasaba. Büyülü ışık demetinden yansıyan Marilyn Monroe, John Wayne, Brigitte Bardot ve daha nice oyuncunun süslediği hayallerle hayat bulan ölü kasaba! “Film Anlatıcısı Kız”, okurda iz bırakacak, yazarının biçemi ve sunduğu dünya ile okuru beklentiye sokacak önemli bir roman, bir novella…


Film Anlatıcısı Kız’ı okuyup bitirdiğimde bilincime bir iz daha eklendi; bir dert, bir mesele… Bu iyi mi yoksa kötü mü diye kaygılanmayacak denli yaş aldım açıkçası. İz’lerin peşinde kitap arayan biriyseniz artık, iflah olmaz bir yüreğiniz, imgelem şımarıklığınız var demektir.


Taze Bahar Kokusu


Yazarın anlatımındaki yalınlık, akıcılık, karakterlerini 1900’lerin siyah beyaz sinema filmlerinden alıp gözümüzün önüne serercesine sahici aktarımı, örgüde hemen hemen hiçbir noktayı ıskalamaması ama gereksiz anlatımdan da imtina edebilmesi… Kitabın adıyla ilk sayfanın ilk satırlarının uyumu: Film anlatıcısı kızımız Maria Margarita anlatmaya başlıyor hemen ilk sayfada:


“Evimize giren para, göz açıp kapayıncaya kadar tükendiği için, kasabaya ne zaman babamın başrol oyuncularına bakıp güzel olduğuna kanaat getirdiği bir film gelse, bir bilet almaya yetecek para bir şekilde denkleştirilir ve ben o filmi seyretmeye gönderilirdim.”


Değerli bir romanın ilk cümleleriyle daha bir başka duyarsınız baharın o çıldırtan kokusunu. Nisan’a hiç yakışmayan ayazlı bir günde odama erken baharın taze ve çıldırtan kokusu işte bu cümlelerle geldi. Bu kokuyu almışsanız bir kez, yanılmaz, her ‘doğru’ kitapta, filmde tekrar tekrar duyarsınız. “Film Anlatıcısı Kız”ın satırlarına bilincimden atamadığım bir film de eşlik etti ısrarla: “Il Postino!” O film de yüreğimde iz bırakmış; telaş, kaygı, yorgunluk, tıkanma, usanma, seğirme gibi birbiriyle ilgili ilgisiz onca kötücül duygunun üzerime çullandığı bir dönemde nasıl da dallarımda çiçeklerimi açtırmıştı, teklifsiz ve cömertçe sunduğu güneşiyle, böceğiyle, şair ile postacının deniz kenarındaki o kısa ama çok uzun(!) diyaloglarıyla… Yazar Hernan Rivera Letelier’in Şili’li olmasıyla, bir İtalyan filmi olan “Il Postino”da da Şili’li şair Pablo Neruda’nın canlandırılması ve filmin adeta bir Şili atmosferi taşımasından olsa gerek… Ve ama bu benzeşimi kurmamdaki en önemli unsur, sanırım, romanın da filmin de kesiştiği o tılsımlı gerçekti: Mesele’yi sanata dönüştürürken hayatın akışındaki içtenliği tüm çıplaklığıyla verebilmeleri…


96 Sayfada Sinema’dan Aile Dramına…


Maria Margarita adlı anlatıcı kız –11 yaşlarından 13-14’lü yaşlarına kadarki dönemi– size hikâyenin (hikâyelerinin!) esprisini önemli yönleriyle aktarır. Anneleri kendilerini terk etmiş dört erkek kardeş, kahramanımız Maria Margarita ve kötürüm bir baba… Sadece kendileri değil, yaşadıkları o ‘pampa’ maden kasabası da yoksul insanlarla doludur. Kasabanın adeta tek eğlencesi, birkaç bar-pavyonu dışında bir de sinemasıdır. Anneli zamanlarda ailecek gittikleri sinemalar artık acı-ve ama tatlı bir anı olmuştur onlar için. Artık anne yoktur evde, onları terk etmiştir, baba biçaredir, tekerlekli sandalyesinde şarabıyla günlerini geçirir. Yürüyebilse ne olacak sanki: Artık sinemaya ailecek gidecek durumda da değillerdir. Paraları yoktur. Baba, evdeki bu monotonluğu dâhiyane bir fikirle aşmaya çalışır: Beş kardeş sırayla bir filme gidecek, her biri izlediği filmi aile bireylerini karşısına alıp bir ‘anlatıcı’ kimliğiyle dilediğince –etkili anlatmak, filmin bütünlüğünü sunabilmek, yaratıcılığını, laf cambazlığını konuşturmak… aranan şartlardır– anlatacaktır. Ardından, aralarından birinci seçilen kardeşin en iyi anlatıcı olacağına karar verilecek ve artık tüm filmleri o kardeş izlemeye hak kazanacak, ailenin film anlatıcısı o olacaktır. Her kardeş sırası geldikçe sinemaya gider, kısmetinde o gün hangi film varsa onu izler, eve gelir, filmi anlatır. Maria’mız kendisinden hiç umudu olmadığını bize kendisi fısıldar. Ama artık evde olmayan annesinden kalan izler, radyo tiyatrosundan bilincinde / ruhunda kalanlar, Marilyn Monroe sevdası gibi Maria’nın farkında olmadığı beceri ve ilgileri sonucu babası kızını yarışmanın birincisi ilan edecektir. Birincilik sonrasında Maria görev bilinciyle filmleri izler, evine döner, bir ritüele dönüşen önden içilen bir bardak çay sonrası başlar filmi anlatmaya. Burada artık görev değil aşk vardır. Adeta kendinden geçerek yapar bu işi. Kostüm, araç gereç işlerine bile girişir bir tiyatro oyuncusu edasıyla. Önce kardeşlerinin arkadaşları, sonra anne babalar, konu komşu, derken kızımız kasabanın ünlü bir anlatıcısı olacaktır. Herkes bir de Maria’dan dinlemek, izlemek ister önceden izlediği filmi; filme gidemeyenin tek çaresi zaten Maria olacaktır. Evleri kalabalıklaşır, bağış usulü paralar toplanır gelen konuklardan… Maria, evlere bile çağrılır bu iş için:


“(…) birimizin aklına gösteri kartları bastırma fikri geldi. Çerçevesi yaldızlı ve harfleri süslü püslü kartlar: Hada Delcine – Film anlatıcısı. Benim düşüşüm de işte orada başladı.” (s.57)


(Hada Delcine, Maria’nın kendisine bulduğu unvan-isimdir.) Ama hayat hangi yoksula aynı adaletle gülümser ki! Bu kısacık romanda –roman ya da kısa hikâye; edeb’ince ‘novella’– yüreğinizden duyarak yeni-acılı hikâyeler yolunuza çıkar; siz de Maria’nın dert ortağı olur, ona sırdaşlık yaparsınız. Roman, kasabaya ilk televizyonun gelmesi, sonra ikinci televizyon, derken çoğu kasabalının taksitle televizyon sahibi olması üzerinden sosyolojik bir okuma da sunar okura, modernizme dair. Maria’nın ‘Bu televizyon, beyaz perdeyi alt eder mi ki? Ya işim?’ türünden kaygıları aktarılırken, ailenin yeni dramları bu tedirginliği çoktan gölgede bırakacaktır.



Kitabın Canı


Yukarıdaki satırlarda romana dair özet işine girişmiş olma sanrısının tedirginliğini yaşıyor olsam da, bunun bir özet değil, belki ve ancak romanın omurgasına dair bir çerçeve çizmek olduğu düşüncesiyle teselli bulabiliyorum. Roman, başarısını; hikâyesinden ziyade bu hikâyeyi anlatma gücünden alıyor. Yoksa, her roman kendi hikâyesinden menkul, öncelikle. Ama size bir romanı sevdiren, o romanı yıllar yıllar sonrasına taşıyan da cümlelere-dile bu hikâyeyi giydirebilmekte. Bir kitabı okumaktayken o eserin karakterine dair izleniminiz, peşinen verdiğiniz hükümleriniz ilerleyen sayfalarda sizi haklı çıkarıyorsa, hayır değerli okur, bu sizin değil, yazarının başarısıdır. Eserin nefes alıp veren bir kimlik kazanmasını sağlayan yalın, akıcı ve içten anlatımı en önemli unsurlarından biriyken, 96 sayfalık kitabın 87. sayfasında karşıma çıkan ve eseri hayatın ta kendisiyle bütünleştiren şu satırlar düşüncemi doğrulamakla kalmadı, daha bir anlam kazandı:


“Dünyayı değiştiren kimi olaylar işte o günlerde yaşandı. Hippiler ortaya çıktı. İnsan Ay’a gitti (bunu televizyonda gösterdiler). Salvador Allende iktidara geldi. Bir seferinde Fidel Kastro maden kasabasının ana caddesinden geçti (bir cipin camının ardından sadece dalgalanan sakalını görebildik). (…) Bu arada General Pinochet askeri darbe yaptı. Darbeyle birlikte birçok şey ortadan kayboldu. İnsanlar kayboldu. Tren kayboldu. Güven kayboldu.” (s.87)


“Film Anlatıcısı Kız”, okurların imgeleminde karşılığını bulacak, edebiyat ne’liğine dair hem size soru sordurtacak hem de bunu yaşama imkânı sunacak denli önemli, değerli, hayatın diriliğinde bir eser…








FİLM ANLATICISI KIZ

Hernan Rivera Letelier,

Çeviren: Süleyman Doğru

Doğan Kitap, İstanbul 2015

96 s.






bottom of page