Nedir bu tenirşek, kimdir bu ademler?
Mehmet Fırat Pürselim yazdı: "Tahsin Çember, Tenirşek Adem’de farklı tarzda öyküleri maharetle bir araya getirip okura sunuyor. Her şey gibi edebiyatın da tek tipleştiği günümüzde, yazar sürüden ayrılıp bir tenirşeğin peşinde koşanlardan."

“Bu kitapta anlatılan hikâyelerin hiçbiri Tenirşek Adem’in hikayesi değil. Damlalar birike birike gölü oluşturur ama biz salına salına yüzen kuğuyu seyrederiz. Kuğunun salınımındaki güzelliğin altında milyonlarca su damlasının birleşmesinin yatması gibi buradaki her bir hikâyenin günahı da sevabı da aslında yazardan çok Tenirşek Ademlere ait. Senin hikâyen hiç yazılmayacak ey Tenirşek Adem ama anlatılan yalnızca senin hikâyendir.”
Arka kapak yazısındaki alıntıda geçen ve kitaba ismini veren Tenirşek Adem kimdir? Tenirşek, Kilis yöresinde çembere verilen isimdir, çocuklar çubukla vurarak o çemberi döndürerek oyun oynarlar. Dünya da aslında bir tenirşek ve bizler de elimizdeki çubukla onu döndürmeye çalışan insanlarız. Ne yapsak ne etsek de aslında tüm hayatımız bir çocuk oyunundan farksız. Daire bile olamamış ortası boş bir çemberin peşine düşüp onu gütmeye çalışıyoruz. Aslında güdülen o mu yoksa boş hevesler peşinde koşan bizler miyiz, bunu bile bilemiyoruz. Zaten hayat bize fazlasını yakıştırmıyor, kiminin eline tüfek, kimininkine kürek, kimine oklava veriyor ama hepsi sonuçta tenirşeğe dönüşüyor ve biz de peşi sıra sürükleniyoruz. Firdevsi’nin de söylediği gibi, dünya baştanbaşa aslı olmayan bir masaldan başka bir şey değil. Ama masalları anlatanlar elimize şunu bunu tutuşturanlar ve anlattıkları da hep büyük adamların büyük kahramanlıkları üzerine. İşte, buna karşı çıkan Tenirşek Adem’de kusuru sayesinde tahta çıkan Mahir oğlanın, adı Ayarsıza çıkan köy imamının, kelek kavun bile olamamış adamın, babasının hastalığının sebebini bile öğrenemeyen çırağın, ormanın ortasında bir çukur bile çok görülen kadının hikâyesi anlatılıyor.
Tahsin Çember, uzun zamandır yazıya gönül verdiği halde öykülerini kitaplaştırmakta acele etmeyenlerden. Bir dönem kitabevi de işleten yazar okurluğu öncelediğinden iyi bir okur olduktan sonra yazmaya meyledenlerden. Yazdıklarını imbikten geçirip damıtarak en olgun haliyle okurla buluşturanlardan. Doktorluk yaparken yaşamı da ölümü, hastalığı da esenliği de, acıyı da mutluluğu da tatmış, Adem ve Havvaları tanımış dertleriyle dertlenmiş, sevinçleriyle mutlanmış olan Çember, beyaz önlüğünü çıkarttıktan sonra hasta hikayelerini değil gençliğinden itibaren kafasında biriktirdiği insan hikayelerini anlatmış.
Kitap, dili, anlatımı, konusuyla Binbir Gece Masalları’ndan çıkmış gibi duran Üç Elli ile açılıyor. Benzer anlatılara sıkışan günümüz öykücülüğünde farklı denemeleri çok kıymetli buluyorum. Kitabın ortalarında yer alan Kayıp Ölü ile birlikte çeşitli masalsı öğeler kullanan üç öykü bulunuyor. Masalsı anlatım tarzı zaman zaman kullanılsa da genellikle atmosfer kurulurken masalın büyülü dünyasına yaslanılıyor. Oysa Üç Elli’de yazar, masalların kışkırtıcı yanını kullanarak Binbir Gece Masalları misali cinselliği ön plana alıyor. Ayarsız, bir köy imamının hikâyesi daha doğrusu hiçbir şey yapmadan oturduğu yerden her şeyin çözümünü Allah’tan bekleyen köylülerin hikâyesi. Bir yanıyla burada da masalısı hava devam ediyor ama sonu itibariyle metin sözünü de esirgemiyor: “İşte orda duracaksın Muhtar Efendi. Yağmur işi Allah’tandır. Arzuhalin Mevla’ya ise dua edersin. Amma lâkin HES işi hükümettendir. Muhatabın devletse önce efendi gibi istida yazar meramını anlatırsın, baktın olmuyor, oyla tehdit edersin. Dinlemiyorlar mı? Toprağın, ekmeğin elden mi gidiyor? Ne demiş Ebu Zerr ‘Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklına şaşarım.’ Hakkını onlar vermiyorsa sen alırsın, direnirsin, direne direne kazanırsın. Cemaat-i Müslim’in, her şeyi de Allah’tan beklemeyin canım.”
Masalların büyülü dünyasının ardından günümüze gelip sokağa çıkıyoruz. Kimi zaman sert yumruklar yiyoruz kimi zamanda absürt bir duruma tebessüm ediyoruz kimi zaman da elimizden bir şey gelemeyişine dertleniyoruz. Mülakatta iş görüşmesi sırasındaki Voodoo ise bir yazarın ilk imzasındaki erkeklik hallerinden bahsediyor. Coitus İnterruptus, oyunbaz bir metin. Bu zaten adıyla birlikte başlıyor. Kâh kahramana kâh anneannesine üzülürken aynı anda da kızarken adım adım finişe pardon starta doğru ilerliyoruz. NBA kitaptaki en basit anlatılan öykü ama ustalığı basitliğinde gizli. İyi bir öykü için büyük dil oyunlarına, sloganlara, kocaman anlatılara, karizmatik kahramanlara ihtiyacımızın olmadığını gösteriyor. Bazen yan yana gelen NBA harflerinin ardında büyük bir dram vardır ama bu büyük insanların başına asla gelmeyeceği için kimse anlatmaya bile gerek görmez. Çünkü bu coğrafyada fakirler grip olurlar ve işe gitmeye devam ederler, bir yandan da hastalığı yayıyor diye suçlanırlar ama zenginler ‘influenza’ya yakalanırlar bir hafta parmaklarını bile kaldıramazlar. Diyeceğim o ki hastalık insan seçmez ama tanısı sınıfsaldır.
Diğerlerine göre daha sert dili ve dumanaltı atmosferiyle dikkat çeken iki öykü Bolero ve Sarı. “Öleceksin!” dedi hâkim. “Öleceksin!” Bunu söylemek için de ayağa kalkmamı istedi. Gözlerimin içine bakıp “Öleceksin!” dedi. Ağzından dökülen tam olarak bu değildi elbet. Birisine öleceği hukukun o en tumturaklı kelimeleriyle nasıl söylenirse, öyle dile getirdi hâkim meramını. Daktilo kız ne yazdığını ayrımsamadan yazmaya devam etti. Savcı elindeki evraka bakıyordu o anda. Ama kâğıtları görmüyor adeta harflerin arasında çok uzak bir yerleri arıyordu. Sanki çocukluğumu görmeye çalışıyordu. Üzgün bir ifade vardı yüzünde. Ama üst dudağının bir yerlerinde kazanmanın haklı gururunu yaşıyordu. Salonda kimseden çıt çıkmıyordu. Etim üzerinden yapılan pazarlığın bir tarafıydı hepsi. Yine o müzik çalıyordu. Trampet ve üflemelilerin yanına keman da eklenmişti. Hâkim, savcıya benziyordu, avukatım ikisine birden. Bu sonucu beklemiyorum dersem yalan olur, Socrates’e bile kıyan dünya bana mı acıyacaktı.” Bolero, çocukluk travmalarımızla başlayan trampet sesine büyüdükçe tüm bir üflemeli enstrümanlar orkestrasının eklenmesiyle yaşananların hikâyesi. Sarı’yı bir müptelanın sanrısı olarak deyip geçmemek lazım, bence masumların değil günahkârların suçlarını yüklenmesi için gelmesini bekledikleri ama asla gelmeyen İsa Mesih’tir, Sarı.
Arjantinli yazar, Julio Cortazar, “Etkileyici bir metin ve okur arasındaki mücadeleyi roman hep sayıyla kazanır oysa öykünün maçı nakavtla almaktan başka yolu yoktur,” der. Tenirşek Adem de, çok sağlam iki öyküyle okuru nakavt ederek maçı tamamlıyor. Korku Dağları Bekler, Oğuz Atay’a selam veren bir öykü. Öğrenci yurdunda kalan genç bir adamın iki üç kişi tarafından takip edildiği korkusuyla birlikte yurda girmesi ve bekçiyle birlikte kapıyı zincirleyerek kendilerini bir an için güvene almaları ama hemen ardından akıllarına gelen ihtimaller ve bunlarla başa çıkma çabaları anlatılıyor. Kafkaesk özellikler gösteren bu öyküdeki öğrenci yurdunu doğrudan anlamıyla okuduğunuzdakiyle burayı bilinçaltı ya da yurt / ülke olarak okuduğunuzdaki farklı anlamlarıyla alt okumalara açık bir metin. Kadına yönelik şiddeti bambaşka biçimde anlatan Çukur’daki dolaylı anlatımı takip ederek bu ülkedeki kadınların, değil kendine ait bir odaya bir çukura dahi sahip olmalarına izin verilmediğini görüyorsunuz.
Çocuksun, Kilis’tesin, güneş tepende yanıyor, toprak toz toz kokuyor, pahalı spor ayakkabıların yok, topun yok, oynayacak bir arkadaşın yok. Elindeki sopayla tenirşeğine vurdukça uçuyorsun vurdukça uçuyorsun… Elinizdeki kitabın sayfalarını açtıkça başka bir âlemlere uçuyorsunuz, açtıkça başka âlemlere uçuyorsunuz ey Ademler ve de Havvalar…
TENİRŞEK ADEM
Tahsin Çember
Papirüs Yayınları, 2023
110 s.
Comments