“İnsan tutkularını gerçekleştirmediğinde ne tür bir utanç duyuyordu acaba?”
- Litera
- 2 dakika önce
- 2 dakikada okunur
Gökçe Uluscu Kalaycı, Vigdis Hjorth'un Postane Günlükleri adlı romanı üzerine yazdı: "Belki de bir şeyler umamamış birinin kendine, potansiyeline, yapabilecekken yapmadıklarına ağıdı bu."

“Evet, Vigdis Hjorth okuyorum.” “Hayır, Miras değil.”
Sanırım bu diyaloğun bir ya da iki kez tekrarlanmasından sebep şu an bu yazıyı kaleme alıyorum. Daha doğrusu, üvey evlat demeye dilimin varmadığı, zaten o kadar da yabana atılmış olmayan gelgelelim Miras’ın gölgesinde sesi bir nebze kısık çıkan Postane Günlükleri ile ilgili yazma kararımı hayata geçiriyorum.
İskandinav edebiyatına karşı önyargılarımı kırmamda hatırı sayılır bir etkisi olan, kalemi adeta çekiç gibi kullanan Vigdis Hjorth’tan ve Leve Posthornet gibi havalı bir orijinal isimle okuyucunun karşısına çıkan Postane Günlükleri’nden söz etmeden önce bu önyargıyı biraz açacağım. “Bunu illa başkaları da düşünmüştür” diyerek içimi de rahatlattıktan sonra bu coğrafyada üretilen eserlerde insanın varoluşsal sorunlarının sıklıkla işlenmesine biraz burun kıvırıyor ve “Zaten başka ne dertleri var muasır medeniyet insanlarının, tabii ki sadece kendilerine saracaklar dertsizlikten” minvalinde bir şeyler mırıldanıyordum. Önce Postane Günlükleri, ardından Miras yerle bir ettiler önyargımı — çok teşekkür, bin teşekkür. Bir kez daha, ne işlendiğinden, neyin dert edinildiğinden, nelerden söz edilmek istendiğinden ziyade onların edebiyat sahnesine nasıl taşındığının çok çok daha fazla önem arz ettiğini bir kez daha hatırlamış oldum.
“İnsan tutkularını gerçekleştirmediğinde ne tür bir utanç duyuyordu acaba?”
Ellinor kitabın başkahramanı. Ellinor 35 yaşında. Ellinor böyle nasıl desem bir değişik hallerde. Umutsuz desem değil, kayıtsız desem değil, koyvermiş desem değil. Onun bu değişik hali kitaptaki her diyalogda üçünü bir kişi gibi varlığını hissettiriyor. Ellinor sevgilisiyle telefonda konuşuyor. O hal, orada. Ellinor iş arkadaşlarından birinin sitemlerini dinliyor. Yine orada. Ellinor bir aile yemeğinde. Evet bildiniz, orada. Hayattan ve onun getirebileceklerinden ümidini tam kesmemiş ama heyecanla bir şeyleri beklemeyi de tavan arasına saklamış gibi yaşayan bu genç kadının rutinler arasındaki gidip gelişleri okuyucuyu da sarıyor. Şahsen, okurken kendimi Ellinor ne yapsa da şu açmazdan bir çıksa diye düşünüp durdum. Onun sorularına ben de cevaplar aradım.
“Asla daha büyük bir şeyler olmayacak mıydı? Bu kadarına mı mahkumdum ben? Gelecek bu muydu? Umut bu değil diye ümit ediyordum ama başka bir şey de ummuyordum, daha başka ya da daha büyük bir şey hayal edemiyordum ama yine de daha büyük bir şeyler olmalıydı.”
Bu bir hayal kırıklığı öyküsü değil, evet. Hayallerine kavuşamayan, umduğunu bulamayan bir kahramanın anlatısı değil okuduğumuz. Belki de bir şeyler umamamış birinin kendine, potansiyeline, yapabilecekken yapmadıklarına ağıdı bu.
Sonuyla ilgili bir “tat kaçıran” bilgi vermemek adına imtina ettiğim bir yazı olmadığını da ayrıca belirtmek isterim zira bu tarz kitapların sonlarını az çok tahmin edersiniz siz de. “Öyle” sonları yoktur ve belki de zaten olmasa daha iyidir.
Vigdis Hjorth ile tanışmadıysanız siz de Postane Günlükleri ile başlayabilirsiniz. Ben öyle yaptığıma hiç pişman değilim.
Yorumlar