top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Aile hafızası ve kadınlık üzerine bir roman

Ayşegül Özdemir, Nazlı Doğan Özsöz’ün ilk romanı Yüreğin Kabarmış üzerine hem yazdı hem de yazarla söyleşti: "Okuyucu romanda, görmezden gelinerek geçirilen bir çocukluğun açtığı yaraları ve bu yaraların romandaki ana karakterin tüm yaşamına ağır ağır yayılmasını izler."


ree

“Yeryüzündeki her yaratık evine geri döner.”

Clarissa Pinkola Estés


Nazlı Doğan Özsöz’ün ilk romanı Yüreğin Kabarmış, Defne karakteri üzerinden bir aile hafızasını merkeze alıyor. Türkiye’de kadın, geleneksel değerlerle modern yaşam arasında sıkışmış bir kimlik taşırken, aile, toplumsal yapının en temel kurumlarından biri olmayı sürdürür. Roman bu bağlamda kadının ve ailenin konumunu tüm gerçekliğiyle işlemeyi başarıyor.


Roman, Defne’nin annesi Nefin’le birlikte, babası Yahya’nın yerde uzanmış bedeninin yanında şaşkın duruşlarıyla başlar ve okuyucu Defne’nin geçmişe doğru yaptığı sıçramalı bir zihinsel yolculuğun eşlikçisi olur. Bu yolculukta Defne çocukluğunu, ilk gençliği ve yetişkinliği süresince yaşadığı kırılmaları, bebekken ve yirmi yedi yaşındayken geçirdiği açık kalp ameliyatlarını anımsar. Zihni, anıları birbirine bağlayarak örer ve çemberi tamamlayarak yeniden babasının yerde uzanmış bedeninin yanına geri döner. Okuyucu bu süreçte, görmezden gelinerek geçirilen bir çocukluğun açtığı yaraları ve bu yaraların Defne’nin tüm yaşamına ağır ağır yayılmasını izler.


Toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında, romanın sadece bireysel değil, sistemik bir sorgulama içerdiğini söylemek gerekir. Kadınların sadece erkek şiddetinin çeşitli formlarıyla değil, toplumun dayattığı normlarla, ahlaki beklentilerle ve annelik mitosuyla da mücadele ettiği bir dünya çizer. Kadın karakterler, kendilerini yeniden üretme ve hayatta kalma mücadelesi verirken, aynı zamanda var olan eril dili ve değerleri sürdürdükleri de görülür. Bu da romanı siyah-beyaz keskinliğinden çıkarıp katmanlı bir anlatıya dönüştürür.


Bu incelemeyi kaleme alırken Nazlı Doğan Özsöz’ün romanını Clarissa Pinkola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabıyla birlikte düşünmek istedim. Çünkü Estés’in kadın ruhuna, sezgilerine ve bastırılmış seslerine dair anlattıklarının, romanda Defne’nin ve annesi Nefin’in yaşadıklarıyla sık sık kesiştiğini gördüm. Dolayısıyla bu yazı, romanı yalnızca kendi bağlamında değil, aynı zamanda Estés’in kadınlık, aile ve içsel dönüşüm üzerine geliştirdiği kavramsal çerçeveyle birlikte okumayı amaçlıyor.


Yazar, anlatıyı Defne’nin babasının yerde yatarken verdiği iki nefes üzerinden ikiye böler; Bir evden gidişi İki ise eve dönüşü anlatır. Bir’de çocukluk hatıralarına gidiş gelişlerle birlikte Defne'nin kalp ameliyatı sürecine tanıklık edilir Bu sadece bedensel bir operasyon değil, aynı zamanda geçmişle, aileyle ve kendisiyle hesaplaşma sürecidir de. Bu hesaplaşma, zaman zaman çocukluğuna dair anıların ve ev içi deneyimlerin yüzeye çıkmasıyla derinleşir. Bir’de karşımıza çıkan hastane bölümleri Defne’nin ruhsal kırılma ve dönüşüm sürecine işaret eder. Kalp ameliyatı, onun sadece bedenini değil ruhunu da yeniden düzenleyen bir deneyimdir. Bu süreçte bilinçle bilinçdışı arasında gidip gelen, çocukluğa dair görüntülerle karşılaşan Defne’nin yaşadığı dönüşüm, Estés’in şu alıntısıyla örtüşür:

“Bir bedeni olmayan ses düşlerinin herhangi bir zamanda ortaya çıkabileceği, ama özellikle ruhun sıkıntılı hallerinde görüldüğü söylenir, deyiş yerindeyse, derin benlik kovalayasıya kamçılamaktadır. Şak! Bir kadının ruhu konuşmakta ve kadına daha sonra olacakları söylemektedir.”


Bu ses, kadının bastırılmış sezgilerinin ve içsel bilgeliğinin uyanışıdır. Defne’nin hastanede iç sesine kulak vererek yaşadığı bu dönüşüm, çocuklukta kaybettiklerini hatırlama ve yüzleşme sürecidir aslında.


Defne, görünmez olduğu bir evde büyür; babasının bir var bir yok hâli, annesininse buna bağlı olarak sürekli değişen duygu durumu ve evin düzenini bozan maddi sorunlar çocuğun dünyasında kalıcı izler bırakır. Anlatı, bu kırılgan çocukluk zemini üzerinden şekillenir. Nefin ve Yahya'nın genç yaşta âşık olup kaçarak yaptıkları evlilik, zamanla zehirli bir ilişkiye dönüşür. Sadakatsizlik ve duygusal ihmal bu birlikteliğin temel öğeleridir artık. Nefin’in sayısız kez boşanmayı düşünmesine rağmen bu kararını asla hayata geçirememesi, onun ekonomik ve duygusal olarak ataerkil sistem tarafından ne kadar sıkıştırıldığını gösterir. Roman, Yahya ve Nefin üzerinden yalnızca alışılagelmiş bir evlilik hikâyesi anlatmakla kalmaz aynı zamanda kadının, aile kurumu içindeki ikincil konumunu, sevgi ve bağlılık kisvesi altında nasıl baskılandığını gözler önüne serer. Ataerkil sistemin kadın üzerindeki tahakkümünü, gündelik ilişkiler, sessizlikler ve çaresiz kabullenişler üzerinden eleştirerek, bu yapının kadını nasıl yalnızlaştırıp çıkışsız bıraktığını güçlü bir biçimde ortaya koyar.

Yahya ve Nefin’in birlikte gazinoya gittikleri bir gece, Yahya’nın sahnedeki Emel Sayın’a “kaşlarını dalgalandıra dalgalandıra, içli içli” bakması, Nefin’in kalbini derinden yaralar. Bu olayın ardından Nefin, tutkun olduğu kocasının ilgisini yeniden kazanmak için Emel Sayın filmlerindeki gibi tüylü sabahlıklar, topuklu terlikler giymeye başlar ve hatta yanağına onun gibi bir ben bile kondurur. Bu durum, kadının kendi benliğinden vazgeçip erkek onayına dayalı bir kimlik üretmeye zorlandığının çarpıcı bir örneğidir. Estés'in belirttiği gibi:

“Bir kadının depresyonlarının, can sıkıntılarının ve sayıklamalı kafa karışıklıklarının çoğu; yeniliğin, şevkin ve yaratıcılığın kısıtlandığı ya da yasaklandığı son derece sınırlı bir ruhsal yaşamdan kaynaklanır.”


Bu alıntı, Nefin’in ruhsal çöküntüsünün temelini açıklar. Yaratıcılık, özne olma arzusu ve içgüdüsel varlık alanları bastırıldığında, kadın sadece evin değil, kendi iç yaşamının da tutsağına dönüşür.


Yahya ve Nefin’in kendi ebeveynlerinden devraldığı duygusal miras da bu hikâyede belirleyicidir. Yahya, aşağılayan, değersizleştiren bir babanın oğludur, Nefin ise despot bir baba tarafından bastırılmış, kişiliksizleştirilmiştir. Örneğin Nefin’in çok güzel bir sesi vardır fakat babası sesinin güzelliğini fark ederse kızının gitmek isteyeceğinden korktuğu için onu karga sesli olduğuna ikna eder. Bu, ataerkil sistemin kadının öz farkındalığını sistemli olarak bastırma biçimini açıkça ortaya koyar. Kadın kendi sesini keşfedip ifade etmeye başladığında, mevcut düzeni sorgulama riski doğar. Bu nedenle, o ses çoğunlukla susturulur veya daha kötüsü, hiç yokmuş gibi davranılır. Estés’in tanımıyla, bu susturma veya yok sayma aynı zamanda bir “define hırsızlığı”dır. Yani kadının içinde doğuştan var olan yaratıcı enerji, ses, sevgi, umut ya da düş kapasitesi, farkında bile olmadan elinden alınmıştır. Estés şöyle der:

“Bireyleşme sürecinde hemen herkesin başına en az bir kere ve önemli bir hırsızlık olayı gelmiştir. Bu bazen sevgi hırsızlığı, bazen düşlerin veya benlik duygusunun gasp edilmesi olabilir... Bu şekilde soyguna uğrayan kişiler kötü değildir. Ama önemli ölçüde deneyimsizdir ya da bir tür psişik uyuklama halindedir.”


Nefin’in başına gelen de budur. Sesi, arzuları, yaşamdan beklentileri kendi ailesi tarafından bastırılmış, evlilik içinde ise tamamen yok edilmiştir.


Defne'nin sevgisizlikle yoğrulmuş çocukluğu, onun dünyayla ve kadınlık kimliğiyle kurduğu ilişkiyi derinden etkiler. Annesi her daim kocasına odaklıdır, babanın ise gözünde ne Nefin ne de Defne vardır. Bu ilgisizlik Defne’de sevgi ihtiyacının yerini öfkeye bırakmasında karşılık bulur. Defne’nin öfkesiyle, romanın önemli bir izlek olarak sunduğu duygusal mirasın aktarımı ve kadın kimliğinin bastırılması arasında güçlü bir ilişki kurulur.


Romanın ikinci bölümü, Defne’nin yıllar sonra aile evine dönüşünü konu alır. Bu dönüş, yalnızca fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma anlamı da taşır. Nefin’in dönecek bir evi yoktur ama kızını kendisiyle aynı kaderi yaşamasını istemez. Bu yüzden evi yıllar önce terk etmiş olmasına karşın Defne’nin odasını muhafaza etmiştir. Nefin, Defne’nin odasını duvardaki posterleri de dahil olmak üzere, olduğu gibi yeni eve taşımıştır. Bu tutum, annenin kendi yaşadığı kırılmaları kızına yaşatmak istememesinin bir göstergesidir. Zincir burada kırılmıştır: Defne’nin her ne olursa olsun dönebileceği bir evi, yuvası vardır. Fakat bu yuva yine de özlenen bir yuva değil, belleğin gölgesinde duran tüm sorunların yüzleşmeye hazır bekleyen tedirginliğinin yuvasıdır.


Bu bağlamda, Estés’in “yuva” metaforunu yeniden hatırlamak gerekir.

“Yeryüzündeki her yaratık evine geri döner... Hayvanların hayatlarını sürdürebilmeleri için en azından zaman zaman bir yuvaya, kendilerini hem korunmuş hem de özgür hissettikleri bir yere sahip olmaları gerektiğini biliyoruz.”


Defne'nin eve dönüşü, tıpkı Estés’in sözünü ettiği gibi hem korunma hem de yüzleşme imkânı sunar. Kızının dönüp yerleşeceği bir odanın varlığı, anne tarafından bilinçli bir şekilde yaratılmıştır ve bu, kuşaklar arası kadınlık deneyiminde iyileşme potansiyeline işaret eder. Bu bağlamda komşu Gülçiçek karakteri de öne çıkar çünkü Gülçiçek’in Nefin gibi dönebileceği bir evi yoktur ve kendisini döven kocasının hâlâ onu sevdiğine inanmak ister. Romandaki kadın karakterlerin her biri, toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında bir noktayı işaret eder. Yüreğin Kabarmış kadınların sistemik olarak yoksun bırakıldığı alanları ve bu yoksunlukların onları erkeklere bağımlı hale getirişini incelikli bir şekilde ortaya koyar.

Kadının kadına bakışı yani eril gözün kadınlar tarafından sırtlanması da romanın meselelerinden biridir. Defne’nin hastane odasını paylaştığı Zahide’nin, televizyondaki bir programda eşini terk etmiş bir kadını izlerken ayıplaması önemli bir detaydır. Zahide’ye göre bir kadın, ne olursa olsun yuvasını terk etmemeli, eşine karşı görevlerini yerine getirmelidir. Defne ile Nefin’in kahvaltı sofrasındaki diyalogu da önemlidir. Defne, arkadaşı Süreyya’nın erkek arkadaşıyla bitmek bilmeyen kavgalarından söz ederken, Nefin bir kadının nasıl olması gerektiğine dair şekillendirici ve toplumsal cinsiyet kalıplarını güçlendirici nasihatlerde bulunur. İki durumda da kadınlar, eril dili ve toplumsal normları sorgulamadan yeniden üretmektedir. Bu, ataerkil söylemin yalnızca erkekler tarafından değil, kadınlar tarafından da içselleştirildiğini ve kuşaktan kuşağa aktarıldığını gösterir. 


Buraya kadar Yüreğin Kabarmış üzerine yaptığımız çözümlemelerle romanın kadınlık deneyimi, aile hafızası ve ataerkil düzen bağlamında sunduğu tartışmaları ele almaya çalıştım. Şimdi ise sözü romanın yazarı Nazlı Doğan Özsöz’e bırakıyoruz. Onu ve yazarlık serüvenini daha yakından tanımak için gerçekleştirdiğimiz söyleşiye geçelim.


Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Edebiyatla ilişkinizden ve yazarlık sürecinizden bahseder misiniz? 

Benim alanım tiyatro, 9 Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık/Dramaturgi mezunuyum. Hâlâ da alanımdan kopmuş değilim, Süleyman Demirel Üniversitesi Sahne Sanatlarında bir süredir ders veriyorum. Edebiyatla tiyatroyu birbirinden ayırmak zor. Fakat okula girmeden önce de mezun olduktan sonra da roman ve öykü gibi edebi olanakları kendime daha yakın buldum. Bu yüzden önce öykü yazmaya çabaladım fakat yazdıklarımı beğenmedim, birçoğunu yayımlatma arzusuyla dergilere dahi göndermedim. Sonra baktım ki benim daha geniş bir manevra alanına ihtiyacım var, bir cesaret roman yazmayı denemeye karar verdim. 2020 yılında Yüreğin Kabarmış’ın ilk versiyonunu yazdım, bastıramadım. Şimdi dönüp bakınca iyi ki kazara basılmamış diyorum. Çok eksiği vardı. Sonra 2022 yılında Irmak Zileli mentorluğunda romanı tekrar çalıştım ve 2025 yılında da içime sinen bir yayınevinden bastırmayı başardım.


Romanın anlatıcı tercihi ve zaman kurgusu hakkında ne söylemek istersiniz? Dil ve biçim açısından özellikle dikkat ettiğiniz bir şey var mıydı? 

Roman ana karakter Defne’nin gözünden zaman ve mekân sıçramalarıyla anlatılıyor. Bir ben anlatıcı var ve hayatının çeşitli zamanlarında yaşadığı, onu bugünkü kişi yapan anılarını anımsıyor aslında. Her romanın ve hikâyenin ihtiyacı farklı. Yüreğin Kabarmış birey-aile-toplum çizgisinde ilerletmeyi amaçladığım bir çalışmaydı. Yani Defne’nin yalnızlığını, çaresizliğini ya da eve dönüş arzusunu kurguladığım sırada istedim ki okuyucu Defne’ye karşı bir duygu geliştirirken aslında arka tarafta eril tahakkümün, ailenin insanı ve özellikle kadını konumlandırdığı noktayı da sorgulasın. Böyle olunca Defne’nin algılayışı ve aktarımı daha önemli hale geldi. Romanı, başka bir anlatıcıyla istediğim etkiye kavuşturamayacaktım. Diğer taraftan Defne güvenilmez anlatıcı olarak da konumlanıyor. Çünkü çocukluğundaki travmalar onu hissetmekte zorlanan biri haline getirmiş. Hangi konuyu büyütüyor, hangi olay anlattığı gibi yaşandı ya da finalde tam olarak ne oldu, biraz kafa karıştırabiliyor. Bu bilinçli bir tercihti elbette; çünkü roman bitince ardında bazı sorular bıraksın, toplum olarak kadının konumunu sorgulayıp onun toplum ve aile içinde nasıl bir yere itildiğini fark edelim ve ev içlerindeki çarpık sistem üzerine düşünelim istedim. Defne’nin kendi kararlarını veren, işi gücü olan yetişkin bir kadınken yapayalnız kalıp aile evine geri dönmeye mecbur kalmasını, her şeye rağmen hâlâ annesine ihtiyaç hissetmesini, düştüğü yerden de bir avuç toprakla kalkmasını okuyucu irdelesin istedim.


Romanın yazım süreci nasıl ilerledi? 

İkinci yazım sürecim Irmak Zileli ile oldu. İyi ki de öyle oldu. Romantik kaçmasını istemem söyleyeceğim şeyin ama ben edebiyatta usta-çırak ilişkisinin doğrudan kurulabildiği zamanlarda yaşamayı çok isterdim. Yazar kahvelerinde entelektüel ve gündelik sohbetin bir arada yapıldığı, yazarların yazdıklarını birbirine gösterip fikir aldığı zamanlarda. Bizim edebiyat tarihimiz bunlarla doluyken şu an buna ulaşmamızın neredeyse imkânsız olması büyük bir eksiklik gibi geliyor. İşte bu boşluğu kendimce Irmak Zileli ile doldurmak benim için çok kıymetliydi. Yazarlar, kitaplar, ideolojiler öyle çok şey konuştuk ve öyle verimli geçirdim ki o dönemi… Neyse ki sonrasında da kopmadık ve alışverişe devam ediyoruz. Sorunun özüne döneyim, Irmak ile önce meselemi belirledik ve hikâyemin çerçevesini çizdik. Ardından benim için bir okuma listesi oluşturdu. Okudukça meselem derinleşti, karakterlerim ete kemiğe büründü, kurgum şekillendi, güçlendi. Yani aslında bana bir yazma yöntemi öğretti. Bahsettiğim usta-çırak ilişkisi bu noktada kurulmaya başladı benim için. 


Roman üzerine de bir soru sormak isterim, Nefin eril dilin sözcüsü olarak konumlanıyor romanda, kocası Yahya’nın yaptığı her şeyi meşrulaştırıyor, evin içerisindeki düzeni, bir şeyleri halının altına süpürerek sağlıyor. Nefin bu kadar kör olmayı nasıl başarıyor?

Ataerkil sistem körleştirir çünkü. Nefin yalnızca Yahya tarafından değil, annesi ve babası tarafından da o dayatmayı hissediyor. Babası, sesinin güzel olduğunu farkına varıp evden kaçmasın diye nasıl da karga gibi bir sesi olduğunu vurguluyor yıllar boyu. Özgüvenini kırıyor, yetersizlik hissini pompalıyor. Ya da mutsuz olduğunu eve dönmek istediğini söylediğinde annesi izin vermiyor, evlendin bir kere diyor. Aynı şekilde daha on yedi yaşındayken kaçarak evlendiği kocası da manipülatör ve şekillendirici biri. O da ataerkil sistemin kodlarıyla büyütülmüş. Nefin’e sisteme ayak uydurmaktan başka çare bırakılmıyor. Ama Defne öyle değil, Defne’nin ne olursa olsun dönecek bir odası, bir evi var. Nefin kadar çaresiz değil. Zaten zinciri kıran, başkaldıran o oluyor. Virginia Woolf kadınların üretebilmek için paraya ve kendine ait bir odaya ihtiyacı olduğunu işaret eder. Bu söylemi genişletirsek Defne’nin eyleme geçmesini sağlayan şey, kendi ayakları üzerinde durabilmesi, annesine ihtiyaç hissettiğinde, çetrefilli yollardan da olsa, evine gelebilmesi ve odasının o evde hâlâ duruyor olmasıdır. Gücünü buradan alır Defne. Bütün roman boyunca kızdığımız Nefin, bir eylemiyle, kızının odasını yok etmeyişiyle yani, aslında hikâyedeki herkesin hayatını değiştirir.


Yüreğin Kabarmış’ta herkesi koşulları içinde anlıyoruz ama herkese hak vermiyoruz. Nefin’in de Yahya’nın da aslında sistemin bir tür kurbanı olduğunu görüyoruz. Açılış sahnesine, babanın yerde hareketsiz yattığı âna romanın sonunda yeniden döndüğümüzde Defne’nin başkaldırısının büyüklüğüyle karşılaşıyoruz. Defne bir şeyleri etinden et kopararak da olsa değiştirmeyi başarıyor. O halde bu roman bize eylemli olmanın önemini de işaret ediyor diyebilir miyiz?

Elbette deriz, diyelim. Defne hayatını eyleme geçerek değiştiriyor. Toplumların yarattığı aile yalanını açık ediyor, tartışıyor. Çünkü büyük bedeller ödüyor. Yalnız yapayalnız bir hayat sürüyor mesela. Bu yalnızlığının, sonra duygusuzluğunun, cinsel anlamdaki açlığının, yetersiz hissedişinin temelinde hep aynı şey yatıyor; ataerkil sistem…


Toparlarsak, sonuç olarakYüreğin Kabarmış hem bireysel bir yüzleşme hikâyesi hem de toplumsal cinsiyet rolleri ve aile kurumu üzerine güçlü bir eleştiri sunuyor. Defne’nin kalp ameliyatıyla başlayan yolculuğu, kuşaklar boyu aktarılan kadınlık mirasıyla ve ailesiyle hesaplaşmaya dönüşüyor. Roman, okuru yalnızca bir karakterin kişisel hikâyesine değil; kadınların bastırılan seslerine, görünmez kılınan varoluşlarına ve evin duvarları arasında örülen sessiz direnişlere de tanıklığa davet ediyor. Nazlı Doğan Özsöz’ün ilk romanı olmasına rağmen olgun bir dile, derinlikli bir tematik yoğunluğa sahip. Yüreğin Kabarmış, kadınların ev içindeki kırılgan varlıklarını görünür kılarken, aynı zamanda iyileşme ve dönüşüm için yeni bir söz alanı açıyor. Bu nedenle yalnızca edebiyat okurları için değil, kadınlık üzerine düşünmek için de değerli bir eser niteliği taşıyor.

Yorumlar


bottom of page