Bir oyun formu içinde kopan şiirsel kıyamet
- Aynur Kulak
- 10 saat önce
- 6 dakikada okunur
Aynur Kulak, 9/8'lik Kıyamet tiyatro oyunu üzerine yazdı: "Dünyanın ve insanın yıkımına dair tüm çağrışımları içinde barındıran oyun boyunca korku duygusundan ziyade neden sevgi, umut, aşk, bağlanmaya dair duygu dalgalanmaları içerisinde sürüklendik."

Fonu, zemini ve çepeçevre tüm detaylarıyla son derece gerçekçi bir dünya düzeninin hikayesi bu; geldiğimiz noktanın hikayesi de denebilir 9/8’lik Kıyamet için. Görünür ve görünmez kısımları, doldurduğu ve boşlukta bıraktığı alanlarıyla dünyaya, insana ve hayata dair bir çok derdi, bu dertlerinden dolayı da bir çok yazılma sebebi olan bir hikaye ile karşı karşıyayız. Hikayenin ana ekseni odağında kılcal damarlarını oluşturan her detay kıyameti çoktan kopmuş bir diyara dair sorulan temel soruya ve ardından oluşan sorulara cevap niteliğinde. Bir oyun formu içinde kopan şiirsel bir kıyamet bu.
Mek’an Sahne’nin oyunu 9/8’lik Kıyamet’le ilgili seyirciyle buluştuğu 2025 sezonu itibariyle çokça söyleşi ve inceleme yazısı yazıldı. Mutlaka izlenmesi gereken oyun için izleyici tarafından da olumlu yorumlar yapıldı. Şamil Yılmaz tarafından yazılan, Sezen Keser tarafından yönetmenliği yapılan, Oğulcan Arman Uslu’nun tek kişilik performansıyla yorumlanan 9/8’lik Kıyamet ben oyunu izleyene kadar tiyatro oyunlarına dair verilen ödüllerin en önemlilerini de (25. Direklerarası Seyirci Ödülleri; Tek Kişilik Performans, 32. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; Tek Kişilik Performans, 32. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; Yılın Metni, 27. Yapı Kredi Afife Ödülleri; En Başarılı Erkek Oyuncu) aldı. Tüm bu olup bitenler sonrası izlediğim 9/8’lik Kıyamet gerçekten de hem özgün -ve neresinden ele alırsak alalım dolu dolu yazılmış- metniyle, hem yönetmenin oyunu bakış açısının sadeliği ve minimalizmi ile sahneye yansıtma biçimiyle, hem de yüksek oyuncu performansıyla çağdaş tiyatro adına çok önemli bir yere konumlanıyor.
9/8’lik Kıyamet nasıl bu kadar sevildi?
Bir kıyamet anlatısı olmasına rağmen üstelik ve hatta kuvvetli bir apokaliptik (kıyamet sonrası) anlatı zeminine oturtulmuş olmasına rağmen! Sorulara devam edelim: Dünyanın ve insanın yıkımına dair tüm çağrışımları içinde barındıran oyun boyunca korku duygusundan ziyade neden sevgi, umut, aşk, bağlanmaya dair duygu dalgalanmaları içerisinde nasıl sürüklendik? Başından geçenleri baştan sona çok coşkulu, çok şaşkın, çok öfkeli fakat çok vicdanlı ve merhametli bir yerden anlatan Diyar arka fonu alacakaranlık olan distopik anlatısını bitirdiğinde, neden, ne yapacağımızı bilemez şekilde, kaskatı kesilerek umutsuz vaziyette değil de umutlu duygularla ağlayarak çıktık salondan? Bir çingene genç -Diyar ile- Ezidi Leyla arasında geçenleri, “görünürde aşkı ve sevgiyi” anlatan bu kadar basit bir hikaye seyirciyi nasıl bu kadar etkilemiş olabilir? Üstelik sahnede görmediğimiz ve bizlere sadece anlatılan her şey “görünür” olanlardan daha fazla iken!
Nasıl bir hikayesi var 9/8’lik Kıyamet’in?
Metnin temel sorusu ve ardından oluşturduğum sorular sonrası –detaya girmeden önce- özetlemek gerekirse; yakın gelecekteyiz, iklim krizinin vurduğu bir dünyadayız. Kıyamet kopmuş, ama kopmamış gibi de, acayip bir şey var, karmaşa var. Parazitler denen göçebe topluluklar kaos yaratıyorlar ve çingene bir oğlan Diyar bu yeni toplumun hikaye anlatıcılarından biri. Her akşam ateşin başında toplanan Parazitler’e (yani salonu dolduran bizlere) kıyametin ilk günlerine dönüp bir hikaye anlatıyor. Bir ihanet hikayesi!
Hikaye şöyle: İklim krizinin ilk günleri. İstanbul’dayız. Büyüyen açlık ve kıtlığa eşlik eden büyük isyanlar var. Krizi fırsata çeviren muhafazakar grup “İzanlar” Diyar’ın anlattığı hikayenin ihanet kısmının bir boyutu, diğer boyutu ise Diyar’ın bütün hikayesini değiştiren çok gizemli ve çok güzel Leyla. Böyle olunca, büyük yangınların, hastalıkların, göçlerin, kan sıcaklarının, açlık ve susuzluğun sürdüğü bu “diyarda” bir soru bütün sorulardan ve ihanetlerden daha önemli hale geliyor:
“Bildiğimiz dünya elimizden kayıp giderken, biz kimin elini tutacak, kimlerle yan yana yürüyeceğiz?”
Ana hatlar ve kılcal damarlar
Kopmuş kıyamet, kaos, şiddet, çingene bir genç adam ve bir Ezidi kadın, Parazitler, İzanlar, bir darbuka, bir sandalye, bir ayaklı mikrofon; bunlar hikayenin coğrafyasını kapsayarak çerçevenin içine yerleşenler. Yerleşmeyenler peki? Yani biz seyircilerin görmedikleri, fakat duygularımızı asıl tetikleyen, kılcal damar yapısı. Bu kılcal damar yapısının içinde bir kedi var mesela; adı Kopil, beli kırık, arka ayaklarını sürüyerek yürüyor. Evet, şehir olarak İstanbul’dayız ama bir mahalle, bir sokak, barakadan bozma bir yapının içine odaklıyız. Koca şehrin içinde, kıyametin koptuğu o diyarda, yer yer mahallede ve sokakta, yer yer barakanın içine kadar sızan çatışma seslerini -tek bir darbuka sayesinde- duyarak şiddeti iliklerimize kadar hissediyoruz. Bir sınır duygusu ve o sınırdan geçip geçemeyeceğimizi bilmemenin içimize çörekleyeceği kayıplar Diyar gibi bizi de endişelendiriyor. Özellikle Diyar orada bir otorite gibi duran ayaklı mikrofonun başına geçtiğinde, sesini yükselterek neredeyse hiç teklemeden yüksek perdeden tiratlarını atarken. Tabii ki bu tiratlar Diyar’a ait değil ama bunu canlandırıyor olmak bile korkunç. İzanlar’ın tiratları izansız bir dünyayı, daimi kaosları ve çatışmaları ayakta tutmaya çalışıyor çünkü.
Mikrofonu bırakarak tüm meselenin aslına bizi kavuşturan barakaya dönelim. Hikayenin özüne hizmet eden Diyar, Leyla ve Kopil’in mekanı burası. Çatışmalardan ve gürültülerden uzaklaşıyoruz onlar barakalarındayken, fakat Diyar gibi öfkeli, endişeli, huzursuzuz olmaya devam ediyoruz; Leyla’yı bulmamıza (aşkı) Kopil’i iyileştirmemize (yaralı yerlerimizi) rağmen. Kendimizi, tüm normları ile var ettiğimiz toplumu, kopan kıyamete nasıl hizmet ettiğimizi, öz ilişkilerdeki başarısızlığımızı ve bunun sonucu yüzyılladır süre gelen siyasi yapılanmayı izliyor olabilir miyiz? Böyle olsun istememiştik halbuki. Diyar da istememişti, özellikle Leyla hayatına girdikten sonra.
Her biri birbirinden önemli olan ve kıyamet sonrası kurulan düzenin sebepler zinciri üzerine oluşturulmuş bu parçalar -kılcal damarlar- bizi bir yere doğru götürüyor ve sanki bir şeyler daha var veya olacak. Sanki arka fonu oluşturan tüm nüveler kimsenin görmediği bir arka bahçeye daha ulaştıracak bizi. Olmaya da bilir tabii. Sadece bu his yaratılmak istenmiş de olabilir. Sonuçta kırık dökük bir ruhla aksayan, ne hissettiğini çok iyi bilen fakat ifade etmekte zorlanan, dışlanmış, tamamen dışarıda bırakılmış, sınırlardan geçememiş, Leyla’ya hissettiği aşk karşılığını bulmamış bir çingene genci ile onun sesinden, duygularından, darbukasından dinlediğimiz 9/8’lik bir ritim, 9/8’lik zaman ve kıyamet algısı, 9/8’lik mekanlar, 9/8’lik duygular ve duygu patlamaları söz konusu. Kıyametin en büyük mahareti olan “tam olma” durumunun elimizden alınmasının tıkır tıkır işlediği bir sistemin hikayesi bu.
Kıyamet Kopar, Oyun Biter, Perde Kapanmaz
Oyun bitip salondan çıktığımızda, Diyar’dan dinlediğimiz kıyameti düşünmeden edemiyoruz. Zihnimiz, kalbimiz, bedenimiz Diyar’ın anlattığı şiirsel kıyamet hikayesinin etkisinde. Şamil Yılmaz’ın oyun metninin şiirsel özellikleri o kadar önemli ki hikayenin kılcal damarlar güzergahı ve elimizde bir Diyar, bir Leyla, bir darbuka, bir ayaklı mikrofon, bir Kopil varken, bir şeyler daha var hissiyatı ile yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Tüm kılcal damarları vasıtasıyla anlamına mısra mısra kavuşmuş bir kıyamet bu. Tek bir örnekten gideceğim; Kopil’den. Sadece Diyar’ın anlattıklarından bildiğimiz, sahnede görmediğimiz Kopil. Nasıl bu kadar etkilemiş olabilir bizi veya onu nasıl bu kadar net görebildik? Görüyoruz gerçekten de, en az Diyar kadar, hatta daha da gerçek diyebileceğimiz kadar karşımızda duruyor Kopil. Diyar’ın neredeyse kıskandığı Kopill, çünkü Leyla Kopil’i ondan daha fazla seviyor; Diyar’ı neden bir türlü bir aşık gibi sevmiyor Leyla? Seviyordur belki. Kopil, Diyar’dır belki de Leyla için. Kopil Rumence’de, “Müslüman olmayan azınlık çocuğu veya genci” demek; aynı Diyar gibi. Aşk bir tarafıyla da bir yansıtma biçimi değil midir; katmanlarının ve hissettirdiklerinin derinliğine asla ulaşamayacağımız. Bir tür sınırda olma hali, sınırda kimliksiz olma durumu.
“Çünkü aşk! Koca şehirler yanarken dönüp tek kişiye bakabilmektir!”
Tam da bunu yapıyor Diyar ve ülkenin sınırında Leyla’sız ve Kopil’siz tüm gerçekleri öğrendiğini düşünürken azınlık olan etnik kökenlerin yüzyıllardır kimliklerini nasıl edinemediklerini, dışarda bırakıldıklarını da gösteriyor bize.
Kadim sanat, kadim tiyatro, kadim edebiyat tamlamalarına anlam kazandırmanın yolu iyi hikaye anlatıcılığından ve çok bilindik veya çok basit konulara dair “Nasıl anlatmalıyım?” sorusuna vereceğiniz yanıtlardan geçiyor. Görünür ve görünmez kısımları, doldurduğu ve boşlukta bıraktığı alanlarıyla dünyaya, insana ve hayata dair bir çok derdi, bu dertlerinden dolayı da bir çok yazılma sebebi olan bir hikaye ile karşı karşıyayız. Hikayenin ana ekseni odağında kılcal damarlarını oluşturan her detay kıyameti çoktan kopmuş bir diyara dair sorulan temel soruya ve ardından oluşturduğum sorulara cevap niteliğinde. Diyar elinde darbukasıyla çalıp söylerken karşılıyor seyirciyi ve bizi anlatacağı hikayenin etrafında topluyor. Tüm hikayeyi anlattıktan sonra, oyun biterken; “Yarın yine gelin, asıl hikayeyi anlatacağım size, ne olup bittiğiyle ilgili tüm gerçekleri” diyor; yani hikayeyi devam ettiriyor. Her gece başka bir sahnede hikayesini anlatan Diyar’ın -yaşanmış olan tüm kıyamete rağmen ve herkes ölmüşken- hayatta ve ayakta kalmasının nedeni bir hikayeyi (hikayesini) her gün anlatıyor olmasında gizli. Hayatta kalmak için her gece padişaha bir masal anlatması gereken 1001 Gece Masalları’ndaki Şahmerdan gibi.
Şamil Yılmaz’ın hikayeyi yazma sebepleri ve hikayesini yazarken oluşturduğu rotanın minimalizmi neden anlatmalıyım, anlatırken nasıl hikayeleştirmeliyim sorularının doğru cevaplarını bulmasında önemli ölçüde etkili. Bu etki yönetmen Sezen Keser’i de etkilemiş olmalı ki metnin görünür görünmez tüm ince detaylarını sahnede görüyoruz. Oğulcan Arman Uslu ise hikayenin tamamını ve Diyar’ın kendisini içine öyle bir yerleştirmiş, fiziki, ruhsal ve zihinsel olarak karakterle öyle bütünleşmiş ki sanırım “oynamıyor” ya da tam anlamıyla “oynuyor”. Oyunculukta “rol yapma” adına sınırlardan, eşiklerden bahsetmiyorum, “O” karakter olmaktan bahsediyorum. “Ben”ken, tam ve eksiksiz biçimde “O” olmaktan bahsediyorum. Mesela Diyar’ın verdiği eslerin, güçlü ifadelerde bulunmak isterken (özellikle Leyla söz konusu olduğunda) anlatamamasının, doğru kelimeleri bulamamasının, geçiş yaptığı yerlerde (özellikle ayaklı mikrofonun başına geçerken) durmasının dahi sebepleri vardı; Diyar’a dair her konuda, bizleri ikna eden sebepleri. Tüm bu sebeplerden dolayı, niteliği özünde gizli yeni nesil çağdaş oyunlarda perde asla kapanmıyor.









































