top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Bir Okur Gözünden "Ay Eskir Gün Işırken"

Nebilay Erdoğan

Fadime Uslu’nun on dört öyküden oluşan son kitabına ismini de veren Ay Eskir Gün Işırken hikâyesi, “öykü içinde öykü” olarak tanımlanan çerçeve anlatı tekniğiyle yazılmış. Bu tarzda, ana anlatıyı besleyen ve ona zemin oluşturan ikincil öyküler vardır. İç içe geçmiş girift dairelere benzetilebilecek bu yöntem, yazara esneklik sağlamakta; farklı zaman ve mekâna ait hikâyeler ana anlatının içine yerleştirilebildiği gibi okuyucunun merakı da canlı tutulmaktadır. Bu bölümdeki detaylar ve anıştırmaların dikkatli bir iz sürümü, çerçeve öykünün varlık nedenini gün ışığına çıkarır.


Ay Eskir Gün Işırken öyküsünün kahramanı bir yazardır. Ana anlatıda, bu yazarın zihninde bir fikrin belirme ve olgunlaşma süreci, “sen anlatıcı” aracılığıyla hikâye edilmiştir. Çerçeve anlatı ise, kahramanın bu çabasının bir meyvesi olarak Osmanlı sarayında tahta geçen bir hünkârın düğün gecesini konu edinmiştir. Hünkâr bir erkeği nikâhına almaktadır.


Bu bölüm boyunca iktidarını Rabb’in yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla iyice mutlaklaştırmak isteyen bir Hünkâr portresi çizilir. Öykünün giriş cümlesi şöyledir: “Ölüler sofradaydı ve gösteriyi izliyordu.” Bu cümle okuyucuya en baştan öykünün gerçeküstü atmosferi konusunda fikir verir. Saray dünya dışı, yarı kutsal bir mekân olarak betimlenir. Sarayda zaman da farklıdır ve bir çardak kuşundan kopan telek kadar hafiftir, uçucudur. Böylesi bir atmosferde gerçekleşen sıra dışı düğün, Hünkârın mutlak iktidarını sergileme niyetiyle bağlantılıdır.


“Hünkâr, ‘aklımdaki hattıistiva bulup iki ayn’ı bire tamamlayacağım,’ dedikten sonra halayığına, gözdelerinden, adına Nur’u Ayn dediği oğlanı nikâhına alacağını bildirmişti.”


Nikâhın nasıl ve ne zaman yapılacağı, kimlerin davet edileceği ve o gece çiftin yaptığı dansın sarayın nakkaşı, turna gözlemcisi tarafından nasıl minyatürleştirileceğine Hünkâr karar verir. Nur-u Ayn’ın Hünkâr tarafından Cebrail’e benzetilmesi, Rab’ın bir işareti olarak Nur-u Ayn’ın alnına bir nokta koyması ve zamanda iz bırakmak istediğini söylemesi Hünkâr’ın kendini Tanrılaştırma isteğinin göstergeleridir.


Bu çerçeve anlatı neden ana öykünün içinde yer almıştır?


Yazar kahramanımız, şans eseri 10 Ekim Gar Katliamından kurtulmuştur.

“… hayatta kaldığına ve konuşabildiğine göre sofradaki ölüleri anlatmalıydın, zamana konan işaretlerden sen de sorumluydun ama dikte edilene değil anlatılmayana, unutulana dikmiştin gözünü.”

Muktedir olanın dikte ettiğini çizen nakkaşın aksine, anlatılmayanı, unutulanı yazacaktır karakter. Çerçeve öykünün, resmi tarihin anlatmaktan kaçındığı bir saray gerçeğini konu edinmesinin nedeni budur. Adeta bu bir sorumluluktur yazar için. Bu noktada, ana hikâyenin anlatıcı türünün “sen anlatıcı” olması, yazar olan karakterin bu sıfatıyla “ bir sorumluluk öznesi olarak” karakterize edilmesi açısından olumlu bir işlev görmektedir. Bu iç ses, yazara sorumluluklarını hatırlatmakta, yer yer onunla dertleşmektedir.


Yazmak eylemi karmaşık bir süreçtir. Ana öykünün girişinde bu süreç, yazarın yüreğinde akan bir nehre benzetilir. Nehrin yazarın bilinçaltını simgelediği de düşünülebilir.


“Kaynak nereden doğmuştur, nehrin çökeltisi hangi zamanlarda oluşmuştur, derinliği nedir ve her şeyden önemlisi nereye doğru akmaktadır su. Bunların önemi yoktur, bir düşüncenin peşine takılmışsındır ve onu kovalarken sana rehberlik edecek o sözcük hala belirmemiştir.”


Ana öykünün girişinde yer alan bu cümleler yazı serüveninin doğasını da tasvir etmektedir. Karakter işten çıktığında günlük güneşliktir ama bir süre sonra, fırtınayı haber veren lodosun kokusunu duyar. Düşünceleri de rüzgâr gibi dönenip durmaktadır zihninde. Ne yazacağı konusunda net değildir. Yolda bir martı görür.


Martı yazarın özgürlüğünü simgeler. Martı çırpındıkça hafifler. Yazar ise, onu çevreleyen anlam dünyasının arasından ağırlık merkezi olabilecek bir yere doğru yöneldikçe, onu “boşluğa sabitleyip yaşantısını anlamlı kılacak” bir hikâye kurdukça kamburundan kurtulur.


Hikâye kurmak suyun doğadaki hareketi gibidir. Su (yazarın bilinçaltı) nasıl ki, geçtiği yerlerden bir şeyler biriktirir yatağında, insan da aynı şekilde, hayatla etkileştikçe farkında olmadan anılar, deneyimler biriktirir ve bu deneyimler balçık olup çöker zihnin derinliklerine. Karakter bir şeyler yemek için girdiği kahvehanede çok sevdiği Macar yazar László’ya rastlar ve onun sohbetine kulak misafiri olur. Garsonun dikkatini yazara çekmek ister ama son anda vazgeçer. Okuyucu bu davranışın olası sebepleri hakkında düşünmeye sevk edilir. Ve son olarak kahvehaneye giren müzisyen Roman çocukların söylediği “Kör olası çöpçüler aşkımı süpürdüler,” şarkısı, çağrışımlar zinciri olarak çerçeve öykünün doğuşuna hizmet eder.


Karakter, suyun akışı gibi düşüncelerini ve ruhunu özgür bırakır. Çevresinde olup biten her şeye karşı tetiktedir ve tüm duyuları açıktır. Sonuçta kendini kahvehanede değil künklü kubbenin altındaki konuk odalarından birinde bulur. Bu son, aslında öykünün ilk cümlesinde sözü edilen başlangıcın ta kendisidir. Bu yapısıyla öykü, suyun doğadaki döngüsüne benzer biçimde ilerler.


Çerçeve anlatı, teması ve öyküyü kuran tüm ayrıntılarıyla yazar için “nasıl” yazdığı değil “ne hakkında” yazdığının da önemli olduğunu imler. Şans eseri ölümden kurtulan karakter, anlatılamayanı anlatmaya soyunur. Bilinçaltı özgür bırakıldıkça yazarın gidemeyeceği zaman, şahitlik edemeyeceği hiçbir an ve giremeyeceği hiçbir mekân yoktur. Bu mekân, taş duvarları ışığı ve zamanı bile yutan bir saray olsa bile…




bottom of page