top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Kayıp Ateş

"Zamanım, yuvarlanan taşı en tepeye çıkarmakla geçiyor olabilir. Asıl soru sen kimsin?"

S. Sinan Özer


Köşeyi dönünce hep gördüğü manzaraya zamansız bir karşılaşma gibi yeniden şaşırdı. Önünde durgun deniz, içindeyse onlarca insan. Plajın çeşitli yerlerine konulmuş şezlonglarda yatanları süzerek usulca yürüdü. Ağustos'un yakıcı güneşine karşı yapılacak en iyi şey, serin sulara dalmaktı. O da öyle yaptı. Ardı ardına atılan kulaçlarla kıyıdan açıldı. Güvenli bölgeyi geçti, kendini hafif dalgalara bıraktı. Su okşuyordu bedenini. Bağrışan, kahkahalar atan çocuklar duyulmuyordu artık. Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Ardından göz kapaklarını kapattı. Saçlarına, kollarına, bacaklarına akın eden gelgitler huzur veriyordu. Az önce evinden çıkıp buraya gelene kadar terleyen bedeni yıkanmış, serinlemişti. Güneş, yüzüne akseden güçsüz ışıktan başka bir şey değildi. Göğsüne yükselen su saklı duygularını canlandırıyordu. Uzanıp kalbine, oradan da karnına dokundu. Sadece parmaklarının hissedebileceği kum zerrecikleri sarıyordu tenini. Az sonra hemen yakınından geçecek teknenin farkında değildi. Büyük gürültülerle gelip tam da huzurun doruklarındayken onu rahatsız eden koca taşıt, içinde eğlenenlerle beraber karabasan misali çökmüştü üzerine. Yine de gözlerini açmadı. Kulaklarındaki uğultuya aldırmadan öylece durdu. Dakikalar sonra çalan müziğe karışan motor sesiyle uzaklaştılar. Yeniden sessizliğe kavuştu. Uyku, tüm ağırlığıyla geliyordu. Uyumaması gerektiğini bildiği için açtı gözlerini.


Güneş kaybolmuştu. Yıldızlar birazdan güçlenecek olan ışıklarını saçmaya başlamıştı. Zamanın ne de çabuk geçtiğine hayret etti. Başını sudan kaldırarak çevresine bakındı. Ne plajdan ne de insanlardan eser yoktu. İçini garip bir ürperti kapladı. Dalgalar kuvvetleniyordu. Tekrar geldiği yöne doğru yüzmeye başladı. Fakat hiçbir yere ulaşamıyordu. Arka arkaya denedi ama sonuç aynıydı. Sanki olduğu yerde debelenip duruyordu. Hava kararıyordu. Böyle giderse koca denizin içinde kör kalacaktı. Neyse ki küçük bir tekne yanına yaklaştı. Kendinden oldukça yaşlı bir adam onu tek hamlede kaldırıp ağaç gövdeye aldı. Kendini ufacık çocuklar gibi hissediyordu. İhtiyar, “Bu saatte ne arıyorsun burada?” der gibi bakıyordu. Hiç konuşmadılar. Âdeta birbirlerinden korkuyorlardı. Nasırlı, buruşuk elleriyle ağını onarıyordu. Ne zamandan beri dudakları arasına sıkıştırdığını Allah'ın bileceği sigarayı, orada unutmuştu. Islanan filtrenin deriden koparak ayrıldığını hayal etti. Büyüyen mide bulantısı mavi sulara safra olarak döküldü.


“Sönmüş değil mi? Elbette söner, ateşini kaybedeli uzun zaman oldu. Fakat benim bir parçam artık. İstesem de atamam. Sen ellerini ya da ayaklarını kesebilir misin? Öyleyse başkaları hakkında hüküm verme.”

Yıllarca süren konuşmanın ortasındaymışçasına teklifsiz başlamıştı ihtiyar. Gök gürültüsü azametinde etkileyici sesiyle büyülüyordu. Kendini başka boyutların kapısından geçmiş, masalsı dünyalara girmiş hissediyordu. Acaba konuşsam mı? diye düşünürken, adam önce davrandı.

“Burada zihinler okunur. Konuşmana gerek yok. Hatta birazdan kim olduğumu bile düşüneceksin. Merak etme, kendimden söz edeceğim. Şimdi arkana yaslan, dinle beni. Ben Meryem’in kayıp oğluyum. Ya da gemisini yitirmiş Nuh. Ne fark eder? Mağaraya sığınan da olabilirim, kütük de, kesilen de. Seni neden ilgilendirir ki? Bir kayayı taşıyan da diyebilirsin bana. Denizleri yaran da. Zamanım, yuvarlanan taşı en tepeye çıkarmakla geçiyor olabilir. Asıl soru sen kimsin? Balığın karnında karaya çıkan mı? Yoksa mumdan gemiyle alev deryasına giren mi? Yokla içini. Ara, bul zihninin koridorlarında. Çoktan gördüm, tanıdım seni. Ya sen buldun mu kendini? Gözlerin hâlâ ona kayıyor. Evet günün birinde yakacağım yeniden. Ama ne zaman? İşte benim bilinmezim de bu. Kimliğimi öğrenmek değil, görevimi yerine getirmek amacım. Ama vaktini bilmediğim şeyin gelmesini bekliyorum. Aslına bakarsan bir defasında yapmıştım. Sonra elimdekini paylaşmak gibi bir gaflete düştüm. Şimdi şu koca deryada dolaşıp duruyorum. Yakaladığım balıklar yetiyor. Çiğ çiğ yemeye alıştım. Günün birinde. Evet, günün birinde bana acınacak ve feda ettiklerim bilinecek. Neyse, görüyorum ki zihninde kıvılcımlar artıyor. Belki yakında ateşe dönüşür, ne dersin?”


Yumuşak esinti, suyun üzerinden süzülerek tekneye kadar ulaştı. Her ikisi de sevinç doluydular. Kara görünmüştü. Çıplak ayakları toprağa değdiğinde dönüp arkasına baktı. Adam nefes nefese teknesini çekiyordu. Yaklaştı, önce ensesine sertçe vurdu, sonra yüzükoyun yere yıkılan bedeni döndürdü. Sigara hâlâ oradaydı. Dudakları açtı, derinin yapıştığı yeri ağzına aldı. Ardından az ötede duran taşı alıp ihtiyarın kafasına indirdi. Kanın akışını seyretti biraz. İhtiyar hafifçe inledi. Ardından gözlerini araladı. Ona baktı. Boğuk, hırıltılı sesinde huzur vardı. Kazağını, pantolonunu çıkarıp üzerine geçirdi. O an yaşlı adamın kalbinin, bağırsaklarının ve karaciğerinin görünür olduğunu fark etti. Sonra gökyüzünde bir çığlık koptu. Karanlığı yarıp onlara doğru hızla gelen gölgeden epeyce korkmuştu. Kendini tekneye atarken siluetin pençelerini ihtiyara geçirdiğini gördü.


Dalgalar tekneyi sürüklüyordu. O sırtüstü uzanmış yatıyor, arada bir kayan yıldızları seyrediyordu. Bu evrende yapayalnızdı. Yine de adamı öldürmekle iyi yapmıştı. Yoksa hayatı tehlikeye girecekti. Bundan emindi. Gerçi elinde hiçbir gösterge yoktu ama hislerine çok güveniyordu. Artık rotayı belirleyip evine ulaşmak için çabalayabilirdi. Şu zamana kadar öğrendiği ne kadar bilgi varsa, belleğinde toplayıp çıkış yolunu bulmalıydı. Fakat ipin ucu çoktan kaçmış, önünde onlarca düğüm belirmişti. Giderek hatıralarını tıpkı sönen mumların görünmez hale geldikleri gibi kaybediyordu. Önce plaja geldiği anlardaki huzuru yitirdi. Ardından evini, kim olduğunu, neden bu teknede bulunduğunu unuttu. Önündeki ağa uzandı. Cebinden sarı kabzalı küçük bıçağı çıkardı. Birbirine dolaşmış ipleri sivri ucuyla açmaya başladı. Dudakları istemsizce kıpırdanıyor, izmariti sıkıyordu. Başını ufka döndürdü. Yayılan kızıllık, tek anısını bir daha kaybetmemek üzere zihnine nakşediyordu. Ayağa kalktı. Dört bir yana telaşla bakındı. Yitirdiği ateşin, koca ummanı buharlaştıracağı günü hayal etmeye başladı.

Comments


bottom of page