Zinciri Kırma İhtimali
Öznur Unat
Hakan Sarıpolat, Şubat ayında İthaki Yayınları’ndan çıkan ve sekiz öyküden oluşan, “Cıs” isimli ilk kitabı ile bize merhaba dedi. “Merhaba.”
Gerçeklik ve hayal arasındaki sınırlarda gezinen karakterler üzerinden birçok temayı işleyen yazar, bunu yaparken, okura üzerinde düşüneceği bir alan bırakmayı ihmal etmemiş. Toplumsal kurallar, ikili ilişkiler, aşk, bencillik, alışkanlıklar, görmezden gelinenler temel temalar olarak hikâyeler boyunca karşımıza çıkıyor. Sarıpolat, bir hikâyede evin içine sıkışmış kadın karakterin maruz kaldığı bakışlarla içeriden, bir başka hikâyede ülkelerinden kaçmak zorunda kalan göçmenlerin bizlere yönelttiği bakışlarla dışarıdan olmak üzere “bakma ve görme” ayrımına davet ediyor okuru.
Karakterlerin bize hayli tanıdık gelen dünyaları, gerçek üstü olaylarla birlikte örülmüş. Üstelik bu olaylar, kitabın girişine alınan Marquez’in “Gerçek anılar, belleğin hayaletleri gibi görünüyorlardı bana, sahte olanlar ise gerçekleri bozacak kadar inandırıcıydılar,” sözünü doğrulayacak bir inandırıcılık içinde okura aktarılmış. Merhamet ve sevgi dilini bilen, kendi bencilliğinden sıyrılabilmiş, “İYİ” insanların, günümüz dünyasında gerçek dışı tanımlanacak kadar az bulunur ve benzersiz olmasıyla da ilişkilendirilebilir bu durum. (Melek olan anneanne, Hekim’in Leyla’ya aşkı, kaybettiği eşinin ardından kelebeğe dönüşen yaşlı amca, eşinin gözleriyle ne yapacağını bilemeyen Vildan, Atlıkarıncadaki Saim, Behram…)
Böyle bir bakış açısıyla ele aldığımızda kitaba ismini de veren son öykü “Cıs”ın bitiş şekli oldukça anlamlıdır. “Kurt’un anlamaz bakışları eşliğinde koltuk değneklerini ve paltomu alıp kapıya yürüdüm. Tam çıkacakken köylüye dönerek, ‘Belki de yaşıyordur,’ diye bağırdım, yüzümü çevrilen boş bakışları ezip geçtim umutlu bir tebessümle dışarı çıktım.” (sayfa 98)
Onat Kutlar'ın İshak’ına adanan bu öyküyle, yazarın işaret ettiği umut; bütün öykülerde varlığını hissettiren ve nadir bulunan o iyi insanların, her şeye rağmen var olacağına dair bir umudu beslemekte ve bizden de bu umudu yaşatmamızı istemektedir belki de. Bu bakımdan, sekiz öykünün bütünlüklü bir şekilde Cıs içinde yer aldığını söylemek mümkün.
Zincir
Kitabın en uzun öyküsü olan “Zincir” bir mahalle tasviriyle başlar. Öykünün içinde geçen, “usturalar”, “kan kokusu”, “siyah”, “ölüm” gibi kelimeler, ortamın karanlık atmosferine zihnimizde hızlı bir giriş yapmamızı sağlar. Anlatıcı mahalleye neden zincir dendiğini ilk paragrafta şöyle açıklar: “İnsanları bağlayan, hiçbir yere bırakmayan. İşte tam da bu sebeplerden dolayı mahalleye zincir diyorlar.” (s.13) Zifiri karanlığın farkına varmayan insanların yaşadığı bu yer; “dışarıdan gelen için dayanılmaz, mahalleli tarafından özümsenmiş.” (s.13)
Ve biz “dışarıdan gelen”; tam da bu duyguyla mahalleye adım atarız. Her an bir şey olacağına dair hissettiğimiz kaygı yüzünden, bizler için orası tekinsiz, “dayanılmaz” bir mahalledir.
Yavaş yavaş öykü karakterlerini tanımaya başlarken ilk olarak Ali İmran’la karşılaşırız. “Güneşin bir tek onu ellemediği” cümlesiyle, Ali İmran gözümüzün önünde cesur, ışıltılı, güçlü bir yiğit olarak belirir.
“Dünyanın en büyük gösterisine hoş geldiniz,” vaadi eşliğinde mahalleye gelen bir sihirbaz, “Dünyanın en ciddi işini yapıyormuş gibi artistik hareketlerle başladı numaralarını yapmaya.” (s.14)
Gerçeklik ve hayal arasındaki sınırda gezinmeye böylece başlamış oluruz. Sihirbazın sunduğu; yanılsamaya dayanan sahte gerçeklik, Ali İmran’ın gerçeklik algısıyla çatışır. “İnsanları kandırıyor, hile yapıyor,” diyen Ali İmran’ın, sihirbaza söylediği, “çıkart ceketini!” sözü, rasyonel akılla anlaşılması güç ama gösterinin arkasındaki kuralları bilen sihirbaz açısından, gerçeğin ta kendisi olan bu illüzyona kararlı bir kafa tutuştur.
Öykü tam bu noktada kurduğu atmosfer ve yarattığı karakterler üzerinden okuru iki yere davet eder.
İllüzyonun yanılsama olduğunu bilerek anın tadını çıkartmak ve böylece gösterinin “izleyici” olarak keyfine varmak.
“Bu gerçek değil!” diyerek, izleyicinin (mahalleli-toplum) kandırılmasını, aptal yerine konmasını kabul etmemek ve “kral çıplak” denilmesi gereken yer olarak uykudan uyanmak. (Krala, soyun - çıkart ceketini diyenler.)
Gösterilene bakmak mı? Gösterilenin arkasındaki mekanizmayı (ceketi) görmek mi? Bu sorunun imlediği siyasi, sosyolojik ve felsefi alan hikâyenin içinde, okura düşünmek için gerekli malzemeyi sunmaktadır.
İçinde yetiştiği karanlık mahallenin ve kabadayılığın eril diliyle konuşmak dışında bir dil bilmeyen cesur, babayiğit Ali İmran, ikinciyi seçerek gösteriyi bozar. Elbette büyüyü bozmanın bedeli ağırdır. Mahalleli bu kavgayı, sanki sihirbazın gösterisi gibi, başka bir gösteri olarak izler. (belki izleyici bu kavgayı da tıpkı gösteri gibi bir yanılsama sanmaktadır.) “Fiyakalı dövüş oluyordu, ellemedik. Bizde teke tek dövüşlere karışılmaz, izlenir.” (s.15)
“Çaresizlik, öfke, tiksinme, iğrenme, hırs, kıskançlık, tükenmişlik, kandırılmışlık, aşağılanmışlık benzeri duygular ruhu kasıp kavurmaya başladığında iki dudağın arasından firar eden kelimeler vardır. Büyükler küçüklere, öğretmenler öğrencilere, din adamları cemaatlerine, devlet/hukuk yurttaşlarına yasak eder bu firari kelimelerin kullanımlarını.”
Ceket aslında bir “Cıs!”tır. Ali İmran’ı yoksunluğa hapseden düzendir ceket. Ceket bu yüzden “Cıs”tır. İliğiyle, düğmesiyle sisteme dair güçlü bir metafordur. Dokunma! Yanarsın. Onu çıkartmayı istemek, teolojik kökenleriyle birlikte “anne sözüne” itirazdır. Eğer “ötekine” ceketi çıkarttırıp büyüyü bozduruyorsan, yani anne sözü (cıs!) dinlemiyorsan, yanarsın. (Ali İmran gibi bir anda yanarsın.) Anne sözü dinlememek biraz da hayata itiraz ve bu bağlamda bir kabadayılık değil midir? Dilin marjlarında yıkıcı güce sahip mahalle jargonuyla yapılan bir itiraz. Kabadayıca yapılmış küfürsel bir direnç. Ali İmran’ın o an içinde oluşan baskın duygu kandırılmışlıktır ancak bu duyguyu bu kadar baskın kılan şey, yaşadığı karanlık mahallenin yıllardır içinde büyüttüğü ve ruhunu kasıp kavuran duygulardır. Çaresizlik, aşağılanmışlık, öfke…
Karanlık dünyaların, çıkar pazarlıklarının, savaşların ve bunlar sonucu yiten canların yasını hep analar tutmaz mı? Hikâyenin bir diğer karakteri Gülbahar, bu kaybın yasını tutan bir kadın ve bir anadır. Ali İmran “Cıs” a dokunarak gösteriyi bozmuş, bedelini kanıyla ödemiş, yasını da Gülbahar’a bırakmıştır. Ancak hikâyenin devamında, döngünün değişmediğini, yani zincirin kırılmadığını, sadece rollerin değiştiğini gösterir bize yazar. Zincirin kendisi, zincirdeki halkadan daha önemli olduğu sürece, bu döngü değişmeyecek ve analar yas tutmaya devam edecektir.
Dokuz parçaya bölünmüş ve her bir parçası bir halka gibi zincire eklene eklene büyüyen bir öykü Zincir. Ali İmran’la başlayıp, sihirbazla, Gülbahar’la, her biri ayrı bir karakter olan Paçalı ve Yavuklu kuşla uzayan bir zincir. Okurla buluşunca farklı anlamlara bürünen, hatta belki okurun zihninde yeniden yazılmaya müsait her güzel öykü gibi, imlediği anlamlar açısından zengin bir öykü.
***
Teknik açıdan öykülerde birinci tekil şahıs, üçüncü şahıs ve ilahi bakış açısı anlatıları kullanılmış ve genelde bir zaman akışına uyum mevcut. Birbirinin peşi sıra gelişen olaylar, okurda merak uyandırmayı başarıyor. Yazar öyküleyici anlatım tekniğiyle bizi olayın içine hızlıca ve kolayca çekerken, bazı öykülerde olayların çözüm kısımlarını hayal dünyamızı harekete geçiren fantastik anlatıyla tamamlıyor. Bazı öykülerdeyse bu fantastik anlatı, hikâyenin ortasında devreye giriyor. Düşsel kurgulara rağmen, zaman ve mekânın belirli olması, okuru gerçeklik algısına bağlı tutuyor. Yazar, günlük yaşamda var olan, hepimizin tanıdığı sıradan insanlara, öykünün akışı içinde olağanüstü nitelikler eklemeyi başarılı bir inandırıcılıkla yapıyor. Doğaüstü olayların öykü kişilerince akıl yürüterek yorumlanması pek çok öyküde karşımıza çıkıyor.
“Peki, kustukları neyin nesiydi? Yediği bir şey mi dokunmuştu?” “Biri ona bir şey mi yapmıştı? Yoksa köy yerinde kiminle husumeti olabilirdi ki? “ Kelebekler (s.74-76)
“Kocam mı gelmişti yoksa belki de gözlerini almak için dönmüştü.” “Kocam değildi kapıdaki, karşı komşum Şükriye Ablaydı.” Evde Unutulan Bir Çift Göz (s.78)
“Bu kadın melek olmuş.”, “Bu dünyada hiç günahı olmayan insanlar melek olurmuş, bazısı öteki dünyaya giderken bazısı bu dünyada yaşamaya devam edermiş.” Satılık Melek Tüyü (s.46)
Ve son öykü olan Cıs’ta bunların tam tersine, rasyonel akıl yürütme bir kenara bırakılarak, (üstelik olan biten her şey, Halil Öğretmenin öldüğüne işaret etmesine rağmen) olmasını istediği şeye tüm varlığınla inanmak, umudunu canlı tutmak vurgulanmıştır.
“Belki de yaşıyordur,” diye bağırdım. Yüzüme çevrilen boş bakışları ezip geçtim. Umutlu bir tebessümle dışarı çıktım.” (s.98)
Kitabın ilk sayfasıyla son sayfası arasında birçok duygu ve düşünceden süzülerek bana kalan; “Cıs!” dendiği için korkarak uzaklaştığımız, bu yüzden hiç deneyimleyemediklerimiz, belki de bu yüzden öğrenemediklerimiz bizi o döngüye (zincire) mahkûm ediyorsa ve zinciri kıramıyorsak sanırım ihtiyaç duyduğumuz şey, birinin bize : “belki de yaşıyordur” demesidir.
Umudu koruduğumuz müddetçe zinciri kırma ihtimali her zaman vardır.
CIS
Hakan Sarıpolat
İthaki, 104 s.
İstanbul, 2021.
Comentários